
Bir önceki yazımızı (Dil Üzerinden Kimlik Arayışları) şöyle bitirmiştik: Dil’i bir uzlaşma, anlaşma aracı ve kültürel kimliğimizin taşıyıcısı olarak değil, etnik kimlik savaşının aracı ve ideolojik kamplaşmanın bir silahı olarak kullanıyoruz.
Sevgimiz kadar nefretimizi, küfrümüz kadar iltifatımızı dil ile ifade ediyoruz. Yunus’un deyişiyle, “Söz ola kese savaşı/Söz ola kestire başı.” Kişinin hangi dili konuştuğundan ziyade, neyi ve nasıl söylediği önemlidir. Kucaklayıcı bir dil mi, yoksa ayrıştırıcı bir dil mi kullanıyoruz… “Kişi dilinin altında saklıdır” sözünden de anlaşılacağı gibi, konuşma tarzımız, seçtiğimiz kelimeler, kurduğumuz cümleler bizi birçok yönümüzle ele verir. Taşıdığı akademik unvandan veya temsil ettiği makamdan ziyade konuştuğu dilin kalitesine bakarak kişiye aydın veya entelektüel notu verenlerdenim. Nitekim, “Dil, sosyal gerçeklik yapısının en asil biçimidir. Konuşma yoluyla bir sosyal dünya kurulur ve sürdürülür. (Jan Assman, Kültürel Bellek, s. 150)
Şu İtalyanlar ve Fransızlar gibi diline sadık milletlere gıptayla bakarken, yabancıya olan hayranlığımız dilde ve dille başlayınca, dildeki yozlaşmamız bütün hızıyla bizi bizden uzaklaştırmaya devam ediyor. Bir yabancı dil konuşmak, yetenektir. Türkçe sözcükler varken veya yenilerini türetmek mümkünken, ithal kelimeleri tercih etmek, Türkçe’ye ihanettir. O da kendimize ihanetle eşdeğerdir. Çünkü, “Bize ait olan bütün aidiyetlerde en belirleyici olanların başında dil gelir. (Amin Maalouf, Mörderische Identität, s. 115)Önümüzdeki engeller
Türkçe’nin Selçuklular, Osmanlılar ve Cumhuriyet dönemi gibi üç ayrı evresi vardır. A. Haşim’in dediği gibi, “Lisanlar -tıpkı ağaçlar gibi- mevsim mevsim rengini kaybeden ölü yapraklarını dökerler ve tazelerini açarlar. Lisanın yaprakları kelimelerdir. (Ahmet Haşim, Bize Göre, s. 53, İstanbul 2006) Ancak Türkçe’nin bin yıllık serüveninde taze yaprakları bazen Farsça adına, bazen Arapça, son dönemde de Fransızca ve İngilizce gibi Batı dilleri adına koparıldıkça koparıldı.
Okulda öğrendiğimiz bir fizik formülüne göre, Yol= Hız x Zaman. Şayet katedeceğimiz yolda engeller varsa, hız düşer, zaman uzar ve çok zamanda az yol almış oluruz. Millet olarak bizim ağır aksak ilerlememizde din ve dil bağlantılı iki büyük engelimiz var. Bir toplumun ya da milletin oluşumunda elbette ki din ve dil en başat unsurlardandır. Fakat dil olmadan din olmaz, çünkü din dilde yaşar. Dilini anlamadığınız din, ritüellerle sınırlıdır ve ezberden ibarettir. İnandığınız dini hâkim olduğunuz dilde öğrenemiyorsanız, o dini hakkıyla anlamanız ve yorumlamanız mümkün değildir. Hâl böyle olunca, dilini bilmediğiniz fakat kutsallığına inandığınız kelime ve kavramları, mensubu olduğunuz dinden, içine doğduğunuz dile aktararak arabesk bir dil konuşmaya başlarsınız.
Dil mi, din mi?
Dil bozulunca kültür bozulur, çünkü dil bir kültürün taşıyıcısıdır. Kültür de bir milletin hafızasıdır. Kültürüne sahip olamayan, hafızasını kaybeder. O hâlde, dil olmadan kültür, kültür olmadan millet olmaz. Necmettin Hacıeminoğlu’nun,“Türkçe’nin Karanlık Günleri” tanımlaması hâlâ sona bulmuş değil. Kültürel üstünlük, dil üstünlüğüyle olur. Cemil Meriç, “Kamus (dil) namustur.” demiş olsa da biz bu anlamda namusumuzu hakkıyla koruyamadık. Biz celladına âşık olmuş bir millet misali, vatan toprağını emperyal güçlere karşı koruduğumuz kadar onların kültürel istilasına karşı koruyamadık.
Müslümanların, “Hıristiyanlığı küçük Asya ile kuzey Afrika’dan geri püskürten fetihleri Avrupa’yı Avrupalılaştırmıştır. (Edgar Morin, Avrupa’yı Düşünmek, s. 39) ama Batı’nın bize yönelik tehdit ve dayatmaları arttıkça içimizdeki ayrışmalar daha da artıyor. Bunun asıl sebebi; çokluğumuzu birliğe dönüştürecek ve kültür coğrafyasına ait bir düşünce sistematiğimizin olmayışıdır.
Bu bağlamda, “Din birliği mi yoksa dil birliği mi?” sorusu, “Türk müsün yoksa Müslüman mı?” şeklindeki basmakalıp sorudan çok daha hayatî ve derinlemesine bir sorudur. Eski padişahlık dönemlerinde aynı dili konuşan ve hatta aynı dine mensup Türkler kadar başka kavimler de birbiriyle ölesiye savaşmışlardır. Günümüzde ise, aynı dili konuşan halk veya toplumların çatışmasından ziyade aynı dine mensup İran’la Irak’ın, Sırplarla Hırvatların ve Ukrayna ile Rusya’nın savaşı daha çok üzerine düşünülmesi gerekir. “Şayet iki toplum farklı diller konuşuyorsa, bağlayıcı bir element olarak ortak din yeterli değildir. Katolik Flaman ve Valonlar, Türk, Kürt ve Arap Müslümanlar arasındaki anlaşmazlıklar gibi. (A. Maalouf, Mörderische Identitäten/Ölümcül Kimlikler, s. 1115)”
Bizim gibi farklı dillerin de konuşulduğu toplumlarda Mevlana’nın, gönül birliğine atıfta bulunduğu şu sözleri de yaramıza merhem olabilir: “Nice Hintli ve nice Türk’ün dili birdir de nice iki Türk birbirine yabancıdır. Öyleyse yakınlık dili başka bir dildir. Gönül birliği dil birliğinden daha iyidir.” Gönül birliği; ülkü/gaye birliği, ülkesini kalkınmış çağdaş ülkeler seviyesine çıkarma hedefi olarak da anlaşılabilir. Din/inanç birliğinin yeterli birleştirici güce sahip olmadığını İslâm dünyasına bakarak görmek mümkün. Elbette ki dinin de birleştirici element olarak önemli bir yeri vardır fakat kimlik oluşumunda ve birleştirici güç olarak dilin daha çok etkili olduğu su götürmez bir geçektir.
DOĞUKAN BEY












