Şiir gibi, türkü ve şarkı gibi bazı eserleri iyi seslendirmek veya yorumlamak, onun hakkını vermektir. Veciz bir sözün, bilgi ağırlıklı bir kitabın hakkını vermek için, onu nakletmek yetmez; derinlemesine anlamak gerekir. Cuma namazı öncesi kürsüdeki hoca, bilmem hangi “En Güzel Kur’an Okuma Yarışması”nda birinci olan delikanlının kendi Kuran kursu öğrencileri arasından seçildiğini gururla anlattı. Eskiden beri dinî cemaatler ve camiler bünyesindeki Kuran kursu öğrencileri arasında yapılan, “Kur’an-ı Kerim-i Güzel Okuma Yarışması” son yıllarda, bazı eski Diyanet İşleri Başkanlarının muhalefetine rağmen, en üst seviyeden televizyon kanallarına taşındı. İtirazımız elbette ki Kuran okumaya değil, akıldan ziyade hissiyata hitap eden okuma metodunadır. İlkokulda öğretmenim bana İstiklal Marşı’nın on kıtasını da ezberletmişti ama şiirdeki anlamı kavramam mümkün değildi.
Fizikçi/Filozof H. Pietschmann, “Yorumcusu olmayan, yorumlanmamış bir eser ölüdür,” diyor. Öyle ya; en iyi bestekârın eseri hakkıyla yorumlanırsa rağbet görür, değerli olur. Hakkıyla yorumlanmamış ilahî mesajlar içeren bir kutsal kitap da, dirilerden ziyade ölülere okunur veya anlamadan okunursa, üzerine ölü toprağı serpilmiş bir inanmışlar topluluğu ortaya çıkar. Diğer taraftan, “Yorumcuya şan-şöhret kazandırmayı önceleyen yorumlar da esere özelliğini kaybettirir. (H. Pietschmann)” Anlaşılmak için gönderilen bir ilahî eser, türkü yarışmalarına benzer bir formatta okunduğunda, en iyi okuyan kişi, birincilik veya ikincilik gibi ödüller alarak şöhret kazanırken, aslında anlaşılmak üzere gelen ilahî eserin bu özelliği geri planda kalır. Haddizatında toplum olarak bizim, Kuran-ı Kerim’i en iyi açıklayan, tefsirini en iyi yapan âlimlerin tv ekranlarında açık oturumlarına ihtiyacımız var. “Türkiye’nin bütün kesimleriyle, özellikle Türkiye’nin geleceğine yön verme konumunda bulunan siyasal, bürokratik ve entelektüel kadrolarıyla, İslâm’ı yeniden ve doğru olarak öğrenmeye şiddetle ve acilen ihtiyacı vardır.” (A. Yaşar Ocak, Türkler, Türkiye ve İslâm, s.155)
Düne sığınanlar dünde kalır
Mensubu olmakla iftihar ettiğimiz dini nasıl yorumladığımızı anlamak için önce kendimizin sonra diğer Müslüman toplumların hâli pür melaline bakmak yeter. Seküleri ve muhafazakârıyla Türk aydını, din benden sorulur, diyenlerle çatır çatır tartışarak toplum aydınlanmasının önünü açmalıdır. Bu lafız/söz dindarlığımız gibi, ülkemizde Milliyetçilik, İslamcılık ve Kemalizm gibi ideolojiler de, nutuk/retorik bazında muamele gördüğünden çağdaş sorunlarımıza çözüm üretemiyor.
Herbert Pietschmann, “Yenilenmenin önündeki en büyük engel, bir defa elde edilmiş özelliklerde ısrarcı olmaktır,” diyor. Bunun Türkçe’si; kim ne derse desin, ben bildiğimden şaşman veya ezberimi bozmam, demektir. Dünkü dava/yol arkadaşlarımızla birçoğumuzun zamanla yollarının ayrılmasının, fikirde ayrışmamızın başlıca sebeplerinden birisi; bazılarının geçmişte edindikleri konum ya da sıfatlardır. Dünde “olmak”la bugün “olmak” birbirinden farklı durumlar arz ettiği gibi, gelecekteki “olmak” da şimdi “olmak” tan farklı olacaktır. Dünün ihtişamını sığınanlar kendilerini yenileyemediklerinden dünde kalır.
Değişim rüzgarları estiğinde…
Prof. Hasan Ocak, Düşünce Otağı’ndaki bir sohbetinde diyor ki: “İslâm dünyası hâlâ geleneksel dönemde yaşıyor ve bunun bir an önce modernizasyonu gerekir. Fakat geleneksel dönemin kalıntıları moderniteyi şu an esir almış durumdadır.” Bu tespitten, İslâm dünyasının hâlâ ayağına pranga olan gelenekçilik ve nakilcilikten sıyrılıp kendi aydınlanmasını gerçekleştiremediğini anlıyoruz. Mevcut durumun “modernizasyonu”, kendini yaşadığı çağa göre, inancıyla, sosyal ve hukuk düzeni, iktisadî yapısıyla yenilemektir.
Bir Çin atasözü, “Değişim rüzgarları esmeye başladığında bazıları duvar, bazıları da yel değirmeni yapar,” diyor. Anlaşılan Batı’da değişim rüzgarları esmeğe başladığında, bizim Müslümanlar yel değirmeni yapma yerine, değişim rüzgârının önüne duvar çekmişler. Ve eldekini muhafaza etmek adına yenilenmeye sırt çevirmişler veya “Batı toplumlarındaki siyasal, toplumsal ve teknolojik değişmeler, bilimsel ve teknolojik gelişmeler karşısında bu değişmezlik duvarlarının arkasına kendilerini hapseden Müslüman toplumlar, onlardan habersiz kaldılar.” (A.Y. Ocak, a.g.e, s.197)
Siyasî arenada karşılığını bulmuş gelenekçi din anlayışında olduğu kadar vatanseverlik anlayışımızda da yenilenmeye, çağın şartlarına göre yorumlanmaya gidilmeden, kendi aydınlanmamızı gerçekleştiremeyiz. Ayağımıza vurulan pranga, din veya milliyetimizden dolayı değil, değişmeyen zihniyetimiz yüzündendir.