Hayatımın belli bir döneminden sonra aynayı kendimize çevirdim: Bu tezatlık, bu ikilem, bu git-gel niye?... Öğretilenler doğru, örnekler mükemmel ama biz değiliz. Önce kitapta yazılı olana baktım, minberde, kürsüde, karşımda konuşana kulak kabarttım, daha sonra dönüp fiiliyata baktım ve yıllar önce hükmümü düştüm:
Sizi farklı kılan söyledikleriniz değil eylediklerinizdir!
İdareci pozisyonundaki bir grup insanla kısa sohbetimizde; “Kitabî konuşmayın! Hayatın içinden konuşun.” diye tavsiyede bulundum. Birisi, hararetle itiraz etti: “Biz, âyet ve hadislerden anlatmayacak mıyız yani?” dedi. Aslında benim kastettiğim başka şeydi:
Teorik, basmakalıp, kitap sayfalarından alınmış cümlelerle insanlara hitap edeceğinize, yaşanılan hayatın içinden birşeyler anlatın. Hayatı okuyun! Hayatı okuyamazsanız, kürsüde konuştuğunuz salonda, minberde konuştuğunuz camide kalır. Sizi dinleyenler, sizden birşeyler alıp dışarıdaki hayata taşıyamazlar, çünkü siz, hayatı bulunduğunuz kapalı mekânlara veya zihin dünyanıza taşıyamadınız.
Kitabî bilgilerle, yaşanılan hayat arasında bir köprü kuramadınız. İnsanlara öğrendiğinizi, afedersiniz ezberlediğinizi, naklettiniz.
Birileri geçmişe hep hakaretler yağdırdı diye, siz de geçmişe dair ne varsa kutsallaştırdınız.
Dün, herşey kutsal, mübarek, güzel ve doğru... Bugün, ne varsa hepsi tu kaka!.. Hiçbir şeye dokundurtmuyor, hiçbir sözün üzerine söz söyletmiyorsunuz.
Tefekkür etmediğiniz; tefekkür edene ağız açtırmadığınızdan belli! Kafa komforunuzu bozmak istemiyorsunuz anlaşılan... Menkîbelere devam yani... Fani olanı ilahlaştırıp arkasına sığınmayı kurtuluş zannediyorsun hâlâ...
Aynayı kendimize tutmaya devam ediyorum:
Ülkeyi idare eden ve etmeye namzet siyasetçimiz hırçın, tahammülsüz ve sığ... Sokaktaki insan gerilmiş bir yay gibi. Masadaki görevlinin suratından düşenin biri bin parça. Tebessüm yok. Merhabanın, selâmın karşılığı yok...
Aynayı kendimize tutuyorum:
Alçakgönüllülüğün yerini kibir ve gösteriş, kanaatın yerini savurganlık almış. Muhammedî İslâm camiye hapsedilmiş, dışarıda, duruma ve şahsa göre İslâm, elini kolunu sallayarak, kılıftan kılıfa ve kılıktan kılığa sokularak dolaşıyor.
Hz. Peygamber’in ete kemiğe büründürdüğü İslâm’ın hayatiyet kazanması için özel bir vizyon (çağı okuyabilmek, ileriyi görebilmek, yeni ufuklar açabilmek), bilgi ve gayret gerekir. “Çanakkale Geçilmez”in hakkını verebilmek için; işgâlci güçlerin kültürel işgâline de geçit vermeyen evlatlar olduğumuzu dost ve düşmana göstermeliydik.
Bütün bunların bir bedeli olduğunu gayet iyi biliyor, fakat bu bize ağır geldiğinden, yokmuş gibi davranıyoruz. Öteki kardeşlerimiz zaten,“Geri kalmış” veya “Az Gelişmiş” olduklarından biz, “Gelişmekte Olan” yaftasını bir iftihar madalyası gibi taşırken; çok sıkıştırıldığımızda bunun bedelini, ‘bizi bugünlere koyan’lara keserek teselli bulmaya çalışıyoruz.
“Öteki” ilim yaparken biz, belagatımızı (retorik) ilim üzerine bildiğimiz bütün hadis ve âyetlerle süsleyerek teselli buluyoruz.
Birileri bizi ıskalaması lazım! Kuruntularımız, algılarımız ve saplantılarımzıdan zihnimizi arındırmamız şart... Tepeden tırnağa yenilenmemiz gerekir. Düşünce dünyamızda mukaddes bir devrime muhtacız.
Dininizin mükemmel, tarihinizin şanlı, ecdadınızın kahraman, mirasçısı olduğunuz medeniyetin muhteşem olması sizi, bizi ve onları kurtarmıyor! Kurtulmamız için tefekküre, sorgulamaya ve anlamaya ihtiyacımız var. Düşünce üreten, fikir yürüten, gerektiğinde sizi ırgılayanları mahallenizden kovmaya kalkışmayın. Birilerinin bizi ötekileştirdiği yetmezmiş gibi, bir de siz onu öteki diye ilân etmeyin.