“Şikâyetim yoktur ey can!
Ben derdimi seviyorum.
Vuslata dönüştü hicran,
Ben derdimi seviyorum.” (Ozan Yusuf Polatoğlu)
Pazardan aldığımız domatesin, maydanozun veya karpuzun, satıcı tezgâhlarında yerini alacak seviyeye gelebilmesi için üreticinin verdiği mücadeleyi, harcadığı emeği, biz tüketici olarak pek bilmediğimizi gibi bizi fazla da ilgilendirmez. Yine cebimizdeki telefon aletine veya kullandığımız arabaya, satış aşamasına gelinceye kadar harcanan emek, beyin gücü, teknolojik araştırma-geliştirme ve sermaye gibi etkenler, tüketicinin bilmediği, fazlaca da ilgilenmediği konulardır. O, verdiği para karşılığında aldığı ürün ya da imalattan en iyi şekilde faydalanmaya bakar.
Düşünce üretmekle, herhangi bir ürün üretmek veya mal imal etmek arasında (bir yere kadar) benzerlik var: Tezgâhındaki ürünü en iyi şekilde satmanın yoluna, yordamına kafa yoran pazarcı, sattığı ürünün hangi aşamalardan geçtiğine kafa yormaz. Velâkin, üreticinin hakkı verilmezse, o ürün bir dahaki sefere tezgâhlarda olmayabilir. Düşünür, yani düşünce üreten de, belli konulardaki düşüncelerinin oluşması, olgunlaşması için okur, araştırır, gözlemler ve üzerinde yoğunlaştığı konuyu enine boyuna düşünür. Okumaya ve düşünmeye meyilli insanların ilgisine sunulan beyin ürünü düşüncenin “alıcısı” da, benimsediği düşünce ya da fikrin sahibinin bu uğurda özdediği bedelin kıymetini ölçmez, ölçemez.
Sokrates zehirlenerek, Galileo asılarak, Nesimî’nin derisi yüzülerek, Ali Şeriati, Ebu Hanife, İmam Cafer Sadık ve daha niceleri zehirlenerek ya da işkenceyle öldürüldü. Tarihin her döneminde kendine özgü düşüncesi ya da farklı inancından dolayı öldürülen, ömrü zindanlarda geçen, baskı ve zulme uğrayanlar olmuş ve günümüz dünyasında da maalesef bu barbarca tutum devam etmektedir.
Düşünce üretenin, mal üreten/imal edenden farkı; düşüncesinin paraya dönüşmesi değil, kabul görmesidir. Düşünürün, aydının öncülük etmediği toplumların yarınlara yürümesi mümkün değildir. Onlar bir toplumun düşünen, fikir üreten seçkinlerdir. Yığınların görmediği ve göremediğini onlar görür. Çoğunluğun görüp de ses çıkarmadığı düzenbazlık, haksızlık karşısında onlar sesini yükseltir ve gerektiğinde, yukarıda zikrettiğimiz şahsiyetler gibi bedelini de öderler. Cemil Meriç, “Aydınlanmak için yan, aydınlatmak için değil!” dese de, aydınlanmak için yanarken etrafını da aydıınlatmış olur aydın kişi. Bu “yanmak” bazen bir ömrü kitap sayfaları arasında ve yazarak, bazen zidanda geçirmek, bazen de darağacında sallanmaktır. Dünya görüşü veya dinî inancı bize ters gelse de, bu evsaftaki insanı anlamak ve olduğu gibi kabul etmek gerekir.
Derdini kendine derman bilmiş nice insanlar vardır ki, onlar insanlığa kâh yol gösterici olur, kâh ayna tutarlar. Onların derdi “el-âlem”in derdidir. Derdini sevenlerden birisi de, en verimli çağlarında Hakk’a yürüyen merhum Ozan Yusuf Polatoğlu’ydu:
“Dikenini bile bile,
Ben gönlümü verdim güle.
Gerek sefa gerek çile,
Ben derdimi seviyorum.”
Sevmek, Ozanın da dediği gibi, dikenli daldaki güle gönül vermektir. Gerçek bir aydın olarak, mensubu olduğunuz toplumun derdiyle dertlenir, kültürüne hizmet eder, düşünce dünyasına yeni ufuklar açarsınız. Eğer kitleleri para ve siyasî güçle etki altına alan iradeye muhalifseniz, sizin bilginiz, tecrübeniz ve halkınıza olan sevginiz yok hükmündedir.
Bir toplumun aydınlanması, içinden çıkan aydınlarının öncülüğünde gerçekleşir. Zihinlerde vuku bulan aydınlık, ilmî/teknolojik gelişmeleri beraberinde getirdiği gibi, refah seviyesi yüksek, huzurlu ve hoşgörülü bir toplum düzeninin de temelini oluşturur.
Düşünen kafanın “ürünü” fikirdir. Fikirleşmeyen, fikre saygı duymayan ya da fikre şiddetle değil, fikirle karşılık veremeyen toplum, kavgacıdır. Düşünceye karşı saygısızdır. Düşünceye saygılı olmayan, düşünürüne itibar etmeyen toplum, alacakaranlıktan kurtulamaz.