Vakti zamanında İstanbul’da bir berberde saç tıraşı oluyordum. Berberler ve taksiciler, müşterilerinin yedi sülalesini öğrenmede pek mahirdirler, bilirsiniz. Makas kafamda tak tak ederken berber, “Hemşerim memleket nere?” diye başladı. “Memleket Türkiye” demem yetmedi: “Tamam da” dedi “Türkiye’nin neresinden?” Buna cevap vermekle kurtulamadım... Ne iş yapar mışım, nereden gelip nereye gidiyor muşum, memleket meseleleri hakkında ne düşünüyor muşum vs... Meraklı bir milletiz vesselam!
Karşımızdaki ser verip sır vermese de biz onu illâ da bir yerlere yamamaya çalıştığımız gibi, biz de bir yerlere ait olduğumuzu ya doğrudan söyler ya da hissettiririz. Bilindiği gibi, siyasî görüş genel hatlarıyla sağ ve sol olarak kategorize edilir. Bir kişinin, ben solcuyum, demesini kafamızda bir yere oturtabiliriz. Ben sağcıyım, diyen bir kişi içinse en azından iki farklı şablon kafamızda belirir: Milliyetçi ve İslâmcı.
Bizim ülkemizde yukarıdaki kavramların gerek taraftarı gerekse karşıtı olanlar için neleri çağrıştırdığını burada tekrarlamaya gerek görmüyorum. Fakat, “ben sağcı-solcu”yum dediğimde, “Bu ne saçmalık... Ya sağcısın ya da solcu,” diyenleri duyar gibiyim.
Yeni bir şey söylendiğinde ilgi uyandırdığı kadar, kafadan topyekûn reddiye çekenler de olur. Birbirinin zıttı olan iki, hatta üç farklı görüşü sentezlemek, ya da ortak noktalarında buluşmak mümkün mü? Mümkün! Belli bir tecrübe ve fikir olgunluğundan sonra ideolojik kalıpların dışına çıkabilen, ufku geniş insanların, hâlâ ben şucu ya da bucuyum, demesi akla ziyandır.
Şimdi “sağcı-solcu”yum meselesine gelince...
Benim kuşağımın lise yıllarında Süleyman Demirel (AP) başbakandı. Henüz fikir tartışması silahlı çatışmaya dönüşmemişti. Milliyetçi-ülkücü görüşe sahip olanlar, emekten ve emekçiden yana bir sınıf düzenine isteyen solculara karşıydı. İki taraf da yoksul, dar gelirli kesimin çocukları olmasına rağmen, yurtsever solcular, vatansever sağcılara karşıydı. İslâmcılar, dini yok sayan ve milliyetçiliği ideolojileştiren her iki tarafa da karşıydı. Soğuk Savaş döneminden kalma bu üç damar, eski hızını kaybetse de hâlâ düşünce ve siyasî hayatımızı şekillendirmeğe devam ediyor.
“Solcu” özgürlük, eşitlik, emek hakkı derken, “sağcı” neden kenara çekiliyor? “Sağcı” millî-manevî değerler derken, serbest piyasa derken, “solcu” neden uzak duruyor? Ülkemizde gün yüzüne çıkan yolsuzluklara, hak ihlâllerine, gayri ahlâkî ve gayri insanî olaylara karşı, siyasî ayrım gözetmeksizin neden sağcılarla solcular omuz omuza tek ses olamıyor? Veya “solcu” olarak ötekileştirilen yazar, gazeteci veya politikacı hak-hukuk mücadelesi için bedel öderken, sağ kesim hangi gerekçeyle sesini yükseltmiyor; en azından haklının hakkını teslim etmiyor? Dün, başörtülüler kapı dışarı edilirken solculuk/laiklik adına destek veren ya da seyirci kalanların, bugün tarikatların istilasına uğramış üniversitelerin bu duruma gelmesindeki vebali ne kadar?
Hâlbuki bir toplumun inancını yok saymak ya da ona karşı ideolojik bir savaş açmakla ilericilik, alın teriyle kazanılmış sermaye düşmanlığı yapmakla solculuk, kendi hırsızını ve hırsızlığını örtbas etmekle dindarlık, düşünce dünyasına katma değeri olmayan ve mensup olduğu kültürel değerlerden yoksun bir milliyetçilik anlayışıyla bu ülke kalkınamaz!
Dini afyonlaştıran “dindar”dan ve afyon olarak görenlerden ayrışan bir din anlayışına sahip, insan merkezli dindarlığımdan,
Hamaset nutuklarındaki milliyetçilikten ve belli bir etnik köken ırkçılığından beri vatanseverliğimden,
Belli bir sosyal sınıfın hegemonyasını hedefleyen diktacı rejime karşı oluşumdan ve her türlü ideolojik/siyasî görüşten arınmış demokratlığımdan,
Ve nihayetinde güçten yana değil, haktan yana olduğumdan dolayı ben sağcı-solcu’yum…