Herhangi bir şeyin düzelmesi, düzgün olması hakkında konuşuluyorsa, orada bazı şeyler düzgün değil demektir. Yaşadığımız çağda insanlığa örnek gösterebileceğimiz bir toplum olmadığına göre, demek ki her toplumda az ya da çok eğrilikler vardır. Doğruyu bilmeden eğrinin ne olduğuna dair hüküm yürütemeyiz. Meselâ, kendi dışındaki dünyayla hiç irtibatı olmamış bir kapalı toplum düşünün... O topluma ait insanlar, kendi sosyo-kültürel kriterlerine göre eğri ve doğruyu belirler. Başka toplumlarla tanışmaya başlayınca, kendilerinin artı ve eksilerini kıyaslayarak görürler.
Kendi yanlışlarından ders çıkaran ve kendisinden ileri seviyede olan toplumlarla kurduğu ilişkiler sayesinde onların doğrularıyla kendi eğrilerini düzelten bir toplum olamadık maalesef... Uygulanmıyorsa, yazılı kuralların olması bir anlam ifade etmez. Kaldı ki, tebessüm etmek, selamlaşmak, yerlere çöp atmamak veya yere tükürmemek gibi bazı kurallar yazılı olmaz. Evimizin yakınındaki bir markete her alışverişe gittiğimde, kasadaki genç kadının “mahkeme duvarı “ gibi suratı dikkatimi çekiyordu. Bir sabah yine aynı manzarayla karşılaşınca, müşteri olan ben, satıcı kişiye “Günaydın!” dedim ve devam ettim: “Hanımefendi, uzun yıllar yaşadığım bir Avrupa ülkesinde, kasada duran satıcı istisnasız her müşteriyi tebessümle selamlayarak karşılar ve teşekkür ederek de uğurlar. Bu, meslek icabıdır.” Kem-küm etti ama bir şey de diyemedi. Hâlbuki, meslekî ahlâk ve eğitilmişlik bunu gerektirir. Keşke bu kadar sıradan bir insanî durum için bir Avrupa ülkesini örnek göstermek mecburiyetinde kalmasaydım...
Birçok salgın hastalığın kol gezdiği bugünlerde ve hele şehir kalabalığında yere tükürmek birçok insan için alışkanlık hâline gelmiş. Birkaç kez karşılaştığım şu iğrençliği ikaz ettim ama günün birinde dangalak birisinin hışmına uğramaktan da çekiniyorum doğrusu. Neredeyse ticarî, sosyal ve hukukî her eylemimizi noterde onaylatmamıza rağmen sahtekârlığın bir türlü önüne geçilemediği ülkemizin bir noterinde beklerken orta yaşlı bir kadının, burnunu temizlediği kağıt mendili, kapıyı açarak kaldırımın ortasına atıvermesine şaşırmadım. Bu da yere tükürmek gibi toplum eğitimiyle, daha doğrusu eğitimsizliğiyle alakalı bir durum...
Bilgi sahibi olmak ya da öğrenmekle, eğitimli olmak; bir madalyonun iki yüzü gibidir, birbirini tamamlar. Şehirleşmiş ev hanımları bir yere misafirliğe gittiklerinde, tuvaletin temizlik durumuna göre ev sahibine not verirlermiş. Bir toplumun temizlik karinesini belirleyen umdelerin başında da, bana göre, özellikle sağlık kurumlarındaki tuvaletlerin genel durumu gelir. Onca görevliye ve gereğinden fazla sorumluya rağmen bir iş yerinde olması gereken olmuyorsa, orada iş ahlâkı, disiplini ve eğitiminden söz edilemez, çünkü orada işler bihakkın yürümüyordur. Acar Baltaş, “Türk Kültüründe Yönetmek” adlı kitabında, bir yurt dışı seyahatinde karısıyla birlikte kaldığı otelin odalarını temizlemekle görevli elemanların, yastığın altına koydukları sabahlıklarını oradan alarak kapıya astıklarını ve kendi sabahlığının kolunu eşininkinin omuzuna atıldığını resimleyerek, örnek bir hizmet anlayışı olarak kitabında yer vermiş. Eğitilmişlik biraz da böyle bir şey olsa gerek...
Allah aşkına, bu ülkenin insanları olarak, gıdalandığımız toprağı, şu güzelim doğayı, içtiğimiz suyu, geçtiğimiz yol kenarlarını plastiğe boğduğumuzdan rahatsız olmuyor musunuz?... Dindarlığımızın, vatanseverliğimizin ve ideolojik demokratlığımızın bir kısmına da çevremize duyarlı olmaya ayırsak... İnsanoğlu doğayı yağmaladıkça, doğa bunun intikamını biz insanlardan misliyle alıyor zaten. Dünyamızın yeraltı ve yerüstü kaynakları sonsuz değildir. Temiz çevre adına, Almanya gibi birçok ileri sanayi ülkesinde uzun yıllardan beri çöpler; 1) normal ev çöpleri, 2) kağıt, 3)şişe, 4) plastik/naylon, teneke kutu gibi dönüştürebilir atıklar ve 5) organik çöp olarak ayrı atılır. Yeni taşındığımız binanın Türkleri hiç de sevmeyen apartman yöneticisinin karısı, bizim evden çıkan normal çöpün içinde muz kabuğunu nasıl fark ettiyse, bir gün kapımıza dayanarak, “Muz kabuğunun yeri normal çöp kutusu değil, organik atıklar kutusudur” diyerek bize ikazda bulunuyor.
Düzelme yolunda bir toplum, başkalarının kendisine ayar vermesine mahal bırakmadan, duyarlı vatandaşları sayesinde kendisi bu görevi üstlenir.
Büyük laflar etmek, avazı çıktığı kadar hamaset nutukları atmakla ve her devirde bir “kurtarıcı” arayışı içinde olmakla bir toplumun düzelmediğini, Türkiye örneğinde olduğu gibi, yaşayarak gördük. Bir toplumun düzelmesi, ete kemiğe bürünen eğitimle ve “ufak-tefek” işlerle başlar.