Her depremde acımızla birlikte deprem hakkındaki bilgimiz de artıyor: Yer kabuğunu oluşturan parçaların birbiriyle sürtünmesi, birinin diğerinin üstüne çıkması veya diğerini sıkıştırması neticesinde meydana gelen titreşimlerin sebep olduğu sarsıntılara “deprem” diyoruz. Bu işin fizikî boyutu. Sosyolojik (toplumsal) boyutuna gelince... Orada da, dünya ölçekli baktığımızda; insanlığı oluşturan ülkelerin veya milletlerin tarih boyunca birbiriyle sürtüştüğünü, birinin diğerinin üstüne çıkmaya çalıştığını görmekteyiz. Aynı millete mensup sosyal sınıflar arasında da bazen az, bazen de çok şiddetli sürtüşmeler olur. Zaten dinamik toplumlarda sınıflar arası hak-hukuk mücadelesi ve çıkar çatışması işin doğası gereğidir.
Bu süreci iyi yönetebilen toplumların bünyesi, sağlam zemin üzerine oturmuş, depreme dayanıklı yapılar gibidir. Her depremden sonra yapılan daha dayanıklı binalar gibi, her sosyal çalkantının ardından bir arızasını daha gideren toplumlarda bu süreçten güçlenerek çıkar. Bunun tersi durumda, yani halledilmesi gereken sorunlar göz ardı edildiğinde, bir başka güne ertelendiğinde, giderek büyüyen sıkıntılar yüzünden toplum bünyesinde arızalar, çatlaklar oluşur ve sistem ağır-aksak çalışmaya başlar. Sistemin bu zafiyetini istismar edenler palazlanarak nüfuz sahibi olur. Bir başka ifadeyle; sistem zayıfladıkça, düzen bozuldukça, mahalle kabadayıları, şehir eşkıyaları, toplumu baskı altına alacak kadar güçlenen gruplar ve başka güç odakları peydah olur. Kurallar, yasalar kişiye göre yorumlanır, toplumu ayakta tutan ortak değerler bazen şahsî, bazen siyasî, bazen de belli bir grubun çıkarları uğruna suiistimal edilir ve akabinde ahlâkî çöküntü başlar.
Ahlâkî çöküntü
Araba veya herhangi bir ev aleti bozulduğunda, bu işin ustasına götürülerek tamir ettirilir. Ya toplum bozulursa?... Onun da çaresi vardır: Herkes sorumluluk dairesinde hareket eder ve mevcut kanun ve kurallara riayet ederse, engeller birer ikişer aşılır. Kanun var, kural var ama adaletsizliğin baş alıp gittiği, kuralların çiğnendiği bir durumu nasıl izah etmek gerek? Böylesi bir durum ancak, ‘ahlâkî çöküntü’ olarak izah edilebilir:
Meselâ, yaşanan bunca musibetten hâlâ ders çıkarılmamış, ibret alınmamışsa ve mevcut yasa ve yönetmenliklere göre icraat yapılmamışsa, depremde çöken binalar, bizim millet olarak da ahlâkî bir çöküntü süreci içinde olduğumuzun en göze batan ve acıtan tarafıdır.
Hiçbir toplum kendiliğinden düzelmediği gibi durup dururken de bozulmaz. Bir toplumu yola getiren, önünü açan, koyulan kurallara uyan ve diğerlerine örnek olması gereken yönetici, idareci, kanaat önderi ve benzeri konumda olan kişilerdeki ahlâkî bozulma, topluma sirayet eder ve kokuşmuşluk yukarıdan aşağıya doğru bünyeyi sarar. “Önde gidenler” sağlam olursa arkadan gelenler de sağlam olur.
Basiretsizliğini, toplum baskısının arkasına sığınarak; henüz toplum buna hazır değil, bahanesiyle örtbas etmeğe çalışanların o toplumu ileriye götürmesi, ona ufuk açması mümkün olmaz.
Bunca depremin sebep olduğu can ve mal kaybına rağmen hâlâ yeterli tedbir alamıyorsak, bunun sebebini sadece binayı yapan ve ruhsat verende aramamak lazım. İnsan bünyesindeki her rahatsızlık bir sağlık sorununun habercisi olabileceği gibi, toplum hayatındaki her sosyo-kültürel sarsıntı da bir sıkıntının, rahatsızlığın habercisi veya dışa vurumudur.
Bu tür meselelerin üstesinden gelebilmek için hâl çareleri üretmek yerine onu yok saymak veya bastırmak, ileride daha büyük çalkantılara zemin hazırlar. Bununla da kalmaz, üretimde ve imalatta düşük verime, ticarette sahtekârlığa, düşüncede tıkanmışlığa ve toplumun kutuplaşmasına vesile olur.
Ahlâk; kişide şahsiyet, siyasette liyakat demektir. Ahlâkî çöküş, arızalı toplumun göstergesidir. Arızalı toplumun siyasetçisinde liyakat yerine itaat aranır. Ahlâkî çöküntü, sistemi ayakta tutan sütunların direncini kırar. Direnci kırılan sistem, tıpkı çürük binalar gibi insanların üzerine çöker.
Biz ilk defa sarsılmadık... Eğer bizi dimdik ayakta tutan ahlâk sütünlarımız çatlamış olmasaydı, biz bu deprem sarsıntısıyla yıkılmazdık! O sebepten, asıl üstümüze yığılan çürük binalar değil, çökmüş olan ahlâkî değerlerimizdir.