Daha yirmili yaşlarda iken şanlı tarihimizden örnek sunan büyüklerimizden sıkça duyduğum, “Fatih Sultan Mehmet Bizans’ı kuşatma altına aldığında, papazlar kilisede meleklerin dişi mi yoksa erkek mi olduğunu tartışıyorlardı” anektodunu sizler de çok dinlemişsinizdir. Bu kıssadan hisseyle anlatılmak istenen; ülkeniz başka güçler tarafından fethedilmek üzereyken bile siz hâlâ abesle iştigâl ediyor, yani gereksiz şeylerle meşgul oluyorsunuz.
Ben bu sözü, ülkemizi çağdaş milletler seviyesine taşıma azminde olanların ağzından duyalıdan bu yana geçen yarım asırlık zaman içinde, önce “sağcı” ve “solcu” edilerek düşmanlaştırıldık. Derken üzerimizden “12 Eylül 1980” darbesinin tankları geçti. Zihnen, fikren ve manen ezilmişlikten kurtulmanın yollarını ararken, bir de baktık ki, “sağcı”mız, “solcu”muz ve “İslamcı”mızla birlikte uluslararası kapitalizmin kıskacına girmişiz. Çünkü hâlâ geçmişten ders çıkarmamış, başımıza gelenlerden ibret almamış olmalıydık ki, bu sefer de, “laik-muhafazakâr” kısır çekişmesinin içine gömülmüştük.
Uluslararası kapitalizm veya küreselleşme
Çok uluslu şirketlerin dünya çapında yayılmasının bir başka adı, “küreselleşmek”ti. İçinde bulunduğumuz 21. Yüyıl’la başlayan “Yeni Dünya Düzeni”nde ulus devletler önemini kaybedecek, millî kimlikler yerini “dünya vatandaşlığı”na bırakacaktı fakat öyle olmadığını, dünyadaki gelişmelere bakarak görmek mümkün.“Küreselleşmenin kültürel ayağı ise tüm dünyadaki insanların tüketim davranışlarını değiştirerek dünyayı benzer davranışlara zorlayarak tek boyutlu bir kültürel kimliğe sahip olmaya doğru zorlamaktadır. Örneğin bütün insanların, Coca Cola, McDonalds, Adidas, Nike kullanması veya tüketmesidir. Küreselleşme hareketiyle şirketler önem kazanmıştır. Kendi markasını yaratan firmalar tüm dünyayı kendi egemenliği altına almak düşüncesiyle birbiriyle yarışa başlamıştır. Gelişmiş ülkeler kendi tüketim alışkanlıklarını gelişmemiş ve gelişmekte olan ülkelere empoze etmektedirler.” (Bekir Ağırdır, Muasır Medeniyet Bizim İçin Hala Batı, Oksijen, 4-10 Kasım 2022)
Tüketim toplumu
Dün, temsil ettiği dünya görüşü üzerinden kendini tanımlayanların çocukları bugün, tükettikleri dünyaca ünlü markalar üzerinden kabul görmek veya toplumda kendilerine bir yer edinmek çabasındalar. Merhum Prof. Dr. Hasan Onat Hocanın dediği gibi, bize biçilen rol, tüketim toplumu olmaktı. Dünyaya olmasa da, kendi ülkesine çekidüzen verme ülküsü peşinde olanların, kendinden sonraki nesillere bile yol göstericilik yapamadığını nasıl izah etmek gerekir?... Hatırlayalım: İstanbul kuşatma altındayken, papazlar kilisede meleklerin cinsiyetini tartışıyorlardı. Batı dünyasından çok farklı kültürel değerlere, hayat tarzına ve dünyaya bakış açısına sahip olan biz, kim “vatan haini”, kim “vatansever” tartışmasına odaklanmışken, millet olarak kültür emperyalizminin istilasına maruz kaldığımızı fark ettiğimizde iş işten geçmişti... Nesiller arası kopukluk ya da değerler erozyonunu, kapitalizmin açılımıyla bağlantılı bir gelişmeydi. Çünkü “Kapitalizmin açılımı için, toplumsal değerlerin değişmesi şarttı.” (Konrad Seitz, Wettlauf ins 21. Jahrhundert, s.14)”
Bir de bu duruma kendi zaviyemizden bakalım: “Batı tarihinin dışından hiçbir toplum kendi inanç ve ahlâk nizamını koruyarak Batı medeniyetine kabul edilmez. Çünkü Batı medeniyeti başka bir inanç ve ahlâk nizamıdır.” (Prof. Dr. Yavuz Özakpınar, Kültür Değişmeleri ve Batılılaşma Meselesi, s. 73) Bunu bilerek Batı’ya yakınlaşırken, yaşadığımız çağa da söyleyecek sözümüz olmalı... Aydınlanma Çağı’ndan geride bıraktığımız 20. Yüzyıl’a kadar Batı’yı çekip çeviren, önünü açan, yol gösteren düşünürler artık yetişmediğinden, Batı tıkanmış durumda. Yorgun ve ihtiyar Batı’ya yönünü çevirmiş, oradan medet uman bizim gibi ülkelerin de; artık iş başa düştü, şimdi dünyaya yeni bir şey söyleme ve yeni bir yol gösterme sırası bizde, diyecek özgüveni gösterme zamanıdır.
Evet, bizim asra/çağa söylecek bir sözümüz, anlatacak bir “hikâye”miz olmalıdır artık! Hikâyesini kendi yazanlar, oynayacağı rolü kadar, oynatacaklarının rolünü de kendisi belirler. B. Ağırdır’ın da dediği gibi, “İnsan hakları ve demokrasi, küresel barış ve adalet için yeni bir küresel hikaye ve siyaset gerek.” Fakat bu “küresel hikâye”nin altındaki imzanın sahibinin evrensel bir dili olmalı... Önce bütün farklılıklarıyla kendi içindekileri, daha sonra dünya insanlığında karşılık bulacak bir dil ve vizyon.