Bir toplantıya konuşmacı olarak katılmıştım. Birbirine bitiştirilen masalardan dikdörtgen şeklinde yekpare bir toplantı masası ortaya çıkmış ve beyaz örtülerle kaplı masaların üzerine içecekler konulmuştu. Toplantıya katılan bir avuç seçilmiş insan, millî ve manevî yönü ağır basan bir dünya görüşüne gönül vermiş ve kendilerine göre bunu da bir hayat düsturu hâline getirmiş olanlar, yani “dava adamları” idiler. Konuşma sırası bana geldiğinde, içecekler arasında ABD patentli meşhur “Cola”nın litrelik şişesi gözüme batarcasına dikkatimi çekiyordu. Zararından başka zerre kadar vücuda faydası olmayan bu içeceğe ve benzerlerine karşı olan düşüncelerimi oradakilerle paylaştım. Toplantıya katılanlardan birisi, bizim “Cola”ya karşı tavrımızı Amerikan karşıtlığı olarak algılarken, bir başkası, bunun “Turko”suna da itirazımın olup olmadığını öğrenmek istedi.
Tabanının dindar kesimin oluşturduğu bir sivil kitle kuruluşunun bazı yöneticileriyle, özellikle mufazakâr kitleyi gözüne kestirmiş bir kişiyi dinliyoruz: İddiasına göre tamamıyla kendilerinin geliştirdikleri, güzel koku veren ve aynı zamanda dezenfekte (mikrop öldürücü) özelliğine de sahip “Helâl Kolonya”larını tanıtırken; başımıza bazen molla, bazen de doktor kesilen bu adamın yaptığı şaklabanlıklardan tiksiniyordum. Tek hedefi, İslâm’daki alkol yasağını istismar ederek, “helâl” kılıfına sokmaya çalıştığı malını, mütedeyyin kesime satmak olan böylesi bir adam, kanaatimce başarılı bir işgününün akşamı camiye giderek secdeye kapanmaktan ziyade, meyhaneye giderek kafayı çekmeye daha yatkındır.
“Cola” tüketimine alışmış veya alıştırılmış Türk/Müslüman, vazgeçemediği Batı tarzı bu tüketim alışkanlığını Türk kılıfına sokarak, “Colaturko” veya İslâm libasına giydirerek, “Mekkacola” adlandırmasıyla, yaşadığı gibi inanmaya başlar.
Müslümanlığımızı alkolsüz kolonya ile eşdeşleştirenler, vahşi kapitalizmin girdabındaki tüketim toplumunun simgesi hâline gelmiş “Cola”nın başına veya sonuna kocaman bir “Turko” veya “Mekka” da yazsalar, hatta Zemzem suyuyla karıştırsalar da, “Cola” Amerikan hayat tarzının sembolüdür, bizim değil!
Bazılarının, bu adam da ne gereksiz şeylerle uğraşıyor, dediğini duyar gibi oluyorum. Bu “gereksiz şeyler”e dikkat çekmenin, kafa yormanın ne kadar gerekli, elzem, hayatî olduğunu anlayabilmek için yarım asırlık bir zaman dilimine ihtiyacım vardı.
Biz, “Cola”yı suyumuza tercih ettik. Aziz olmayı, biz ancak su ile en güzel anlatabilmiştik: Su gibi aziz ol, derdik fakat azizliğimizi kendi ellerimizle heba ettik ve acziyet içinde kıvranıyoruz. Genç nesillere bir medeniyet harikası diye yudumlatılan melanet içeceğe tavır koyamayanlar, dayatılan hayat tarzına direnemediklerinden, ancak teneke kılıfa sokulmuş bir “dava”yı miras bırakabileceklerdir.
Tüketim alışkanlıklarındaki değişim, zamanla medeniyet değişimiyle kendini ifade eder. Bu değişimin bir başka adı; tercihtir. Bu tercih biraz da tüketim alışkanlıkları değişen sizin iradeniz dışında gerçekleşir.
Doyum Noktası
Doyum noktasına ulaşmış kimyevî bileşime bir damla daha ilave yapılırsa, elde edilen netice bir anda bütün özelliklerini kaybederek bambaşka bir oluşuma gidebilir. Ağzına kadar dolmuş bardağa bir damla daha ilave ettiğinizde, bardaktaki su taşmaya başlar. Peki insanlar doyum noktasına gelmelerine rağmen yemeğe veya içmeğe devam ederlerse ne olur? Bardağın taşdığı gibi mide de fazlasını kabullenmeyerek dışarıya atar; yani kusar... Yenilip içilen gıdanın bir önceki hâlini, bir de mideden kusamık olarak geri gelen hâlini düşününüz... Doyum noktasına gelmeden önce herşey ne kadar güzel, lezzetli ve zevklendirici ise, doyumdan sonra talep edilen herşey de her türünden o denli iğrenç, çirkin ve her türlü güzellikten ve zevkten uzaktır.
Sanayileşmiş, ileri teknolojiye sahip toplumlar, doyum noktasını çoktan yakalamış toplumlardır. Doyum noktasını yakalamış onların, bu safhadan sonraki tüketimleri, açgözlülükten ve ihtiyaç fazlası olduğundan bünye bunu hazmedemez ve kusamık gibi dışarı atılır. Bazıları için benzetmemiz aşırı kaçabilir ama (beni bağışlayınız) biz ve bizim gbi Batılılaşmayı tüketimde gören toplumlar, onların doyum noktasından sonraki süreçte ‘ihtiyaç fazlası’na yani kusamığına iştahlanıyoruz. Bizim de midemizi bulandıran, bu köpek iştahlılıktır.
Doyum noktasına ulaşmış toplumlarda ‘sevgi’ denilen şey, ihtirasın esiri olmuş, menfaat lağımına düşmüştür. Doyum noktasından sonraki ‘aşk’ın adı pornografidir. Doyum noktasından sonraki tüketim, israftır.
Eylem ve söylemimizdeki çelişki bizi tezatlıklarla dolu bir hayata mahkûm etti. Bu çelişkilerle dolu hayat tarzımızı dinlisinde olduğu kadar dinsizinde de görmek; bir Türkiye “normali”dir.
Çelişkiler yumağına dönüşen hayatımız, kendi değerlerine karşı çok değişken ve kendisinden
olanlarla çok döğüşken bir millet olarak tezahür etti. İlkelerimizi unuttuk, ülkülerimizi kaybettik.
Modernleşmek uğruna bir kesimimizin sil baştan şekillenmesi, bir kesimimizin de, Şark-Garp sentezleme gayretinin ürünü ‘melez dindarlık, bizi bizden uzaklaştıran ve arzın lordlarına kullaştıran hâl-i perişanımızdan başka bir şey değildir.