Danışma
Kapıdaki görevliye, “bir maruzatım var da…” dedi vatandaş. “Girişteki danışma’ya danış” dedi mağrur bir edayla devlet kapısı görevlisi. “Danışma”nın önüne vardığında danışmadaki danışman telefonda bir başkasıyla danışıyordu. Vatandaş bekledi, bekledi... Telefon danışmanlığı mı, yoksa lakırdısı mı, bittiğinde, “Senin neyin var?” dedi danışman. “Çok şükür bir şeyim yok da…” dedi ve maruzatını söyledi. Otomatikleşmiş bir ifade tarzıyla; “Buradan git, oradan çık, sonra sağa dön ve karşıdaki salonda sıranı bekle!” dedi.
Tarif üzerine vatandaş gitti, çıktı, döndü, yürüdü ve bekledi. Sırası geldiğinde içeri girdi. Bir “Danışma” masası da oraya kurulmuştu. Her masada bir memur olduğuna göre burada danışılacak ne olabilirdi ki?... Galiba dedi, hiçbir mahareti olmayanlara bir danışmanlık masası veriliyor. Ama diğer taraftan, devlet aklı bunu düşündüğüne göre bir bildiği vardır elbet, diyerek kendi kendini yalanladı. Orta yere kurulmuş masanın önüne gelip dikeldi lâkin danışacak kişi ortalıkta yoktu. Sağa sola bakındı... Görevli memurların biriyle sohbet eden kişi, ayakta bekleyen vatandaşı görünce, “Ne var?” deyince, o da, “Danışmanı bekliyorum,” dedi. Suratını ekşiterek masaya gelen kişi meğer danışmanın tâ kendisiymiş. “Rahatsız ettim, özür dilerim,” dedi vatandaş ve maruzatını bu danışmana da tekrarladı.
Biraz önce sohbet ettiği memuru gösterdi ikinci danışman. Vatandaş bu sefer maruzatını masadaki memura anlattı. Adam evraklara baktı... “Bu olmaz!” deyip kestirip attı. “Niye olmaz efendim, istenilen evrakların hepsini tamamlayıp getirdim,” dese de fayda etmedi. Memur başından def etmek için, bir üstüne havale etti. Vatandaş, müdür yardımcısının masasına yanaştı. O da başını cep telefonundan nihayet kaldırarak, “Ne var?” dedi. Vatandaş elindeki evraklarla bir de ona danıştı. Evirdi çevirdi, topu karşı masada oturan müdürüne attı. Vatandaş son kez ve aynı konuyu müdüre danıştı. Müdür ince eledi, sık dokudu... Olur muydu, olmaz mıydı, o da kendi aklına danıştı ve aslında eksik bir tarafı yoktu ama müdür de müdürlüğünü bir şekilde göstermeliydi:
“Bir de şu köşeye bir kaşe bir de imza attır da gel,” dedi.
Vatandaş dışarı çıkarken, “Allah kimseyi devlet kapısına düşürmesin!” diye duada bulundu.
Devlet Kapısı
Adettenmiş bir zamanlar; padişahın atadığı devlet adamalarına “hoş geldiniz”e gidilirmiş. Şehrin ileri gelen esnafı, kanaat önderleri ve değişik meslek grubu temsilcileri, bunu “nezaket ziyareti” olarak adlandırsalar da, aslında bir kesim padişaha bağlılıklarını göstermek için giderken, “devletlu”dan beklentisi olan bir kesim de göze girmek için gidiyormuş.
Madem öyle, biz de ahalimizin durumunu arz etmek için ziyaretçi kuyruğuna girelim demiş, ahaliden iki kişi. Devletine verdiği sözü vakti zamanında yerine getirmek adına, umumi gidişattan mesûl devletlunun katibesinden alınan ziyaret saatinden birkaç dakika önce kapıya dayanmışlar. Erken varmışlar da ne olmuş sanki!... Almışlar bekleme odasına, bekle Allah bekle... Zaman ilerledikçe bizimkiler homurdanmaya başlamış. Katibe de, “Efendim devlet işleri malûm, biraz yoğunluk var içerde,” diyerek bekleyenleri idare ediyormuş. Bekleyen iki arkadaştan biri fısıldayarak, “Biz vatandaşlık görevimizi yaparken bunun karşılığı devlet kapısında beklemek olmamalıydı,” diyerek, artık gidelim, demiş.
Bu fısıltıyı duyan katibe hemen devletlunun yanına varmış. Makam-ı şahânesinde kendi azametine hayran bir şekilde oturan devletluya, “Efendim, bekleyen vatandaşların sabrı iyice tükenmişe benziyor. Devlet kapısında bu kadar beklediğimiz yeter,” dediklerinin haberini vermiş. Bunu duyan devletlu, adeta bir kartal gibi kanatlarını açarak oturduğu makamın heybetinden aldığı güçle masaya yumruğunu indirmiş:
“İşte bu kadar! Devlet gücünü, kapısında bekleyen ahalisine hissettirmiştir. Şimdi içeriye alabilirsin.”