Sabah yürüyüşüne çıktığımda yol güzergâhımda, şehrin kenarında etrafı duvarla çevrili bahçeli bir binanın avlu kapısı dikkatimi çekip duruyordu. Aslında kapının dikkat çekecek kadar bir özelliği yoktu. Tahminen bir metre yüksekliğinde briket duvarla çevrili avlunun, duvara kıyasla demir kapısının daha yüksek oluşuydu dikkatimi çeken. Yani; bir metre yüksekliğindeki duvara oranla, iki metre yüksekliğinde bir demir kapı... Kendince etrafına çektiği duvar ve üzerinden aşılmasını engellemek gayesiyle ucu sivri demirlerle süslenen kapının arkasında güvenilir bir mekâna sahip olduğunu zanneden aklın aklına şaşırıp kaldım doğrusu.
Dışarıdan gelecek muhtemel tehlikeye karşı, Çanakkale Boğazı gibi geçilemez bir kapısı vardı. Ya duvarlar?... Kapıdan giremeyen “tehlike” duvarı bir sıçrayışta binanın arkasından, yanlarından atlayarak, mahrem/özel alana girebilirdi. Güvenlik zafiyetini en bariz bir şekilde ortaya koyan bu manzara, millet olarak birçok sahadaki eksikliğimize tercümandır.
Emperyalist/sömürgeci güçleri Çanakkale’den geçirmeyen bu millet, aynı güçlerin kültürel emperyalizmini önlemede başarı olamadı. Evin içinden dışarıya, şehrin sokaklarına indiğimizde, zararlı dış etkenlere karşı bizi fizikî olarak koruyacak ne demir kapılarımız ne de yüksek duvarlarımız var. Sadece kapalı giyinmenin ne derece koruyucu olup olmadığını, yaşadığımız hayatın içinden, şahit olduğumuz canlı örneklerle ortaya koyabiliriz.
Dil ile gelen tehlike...
Surdaki delik dil ile kapanır ve surda bir delik, dil ile, dil aracılığıyla açılır. Çünkü dil, dünyadaki canlıların yaşamasını sağlayan üstümüzdeki atmosfer tabakaları gibidir. Ozon tabakasında delik açılırsa, güneşten gelen zararlı ışınlar önlenemeyeceği gibi, düşüncelerimizi ifade etme, başkalarıyla iletişim kurma ve kültürümüzün de ana taşıyıcısı olan dil’de delinmeler, gedikler meydana gelirse, bir milletin kültürü istilaya uğrar, kültürel varlığı tehlikeye girer.
Kim ne derse desin; değerler erozyonu, dildeki başkalaşımla, var olan kavramların yerine ithal kavramların oturtulmasıyla başlar. Yazarın da dediği gibi, “Artık, önce ahlâk ve maneviyat” sözünün içi boşaltılmış bir slogan olmaktan öte bir anlamı ve geçerliliği kalmamış gibidir. ”Kemal Tahir’in ölümsüz eseri Devlet Ana’da Yunus Emre’ye söylettiği, kılıcın yarası bir, kalemin yarası bin, sözünün izini sürerek bu çölleşmenin edebiyatımızdaki yansımalarına...” bakıldığında, Muhsin Mete (Karar Gazetesi, 24.0519)”, “... hafifmeşrep hâlimizin derin bir kılıç yarasına dönüşmesinden” yakınadursun, bizdeki ‘dil yarası’nın kalemin bin yarası nisbetinde olduğuna inananlardanım.
Necati Cumalı, “Bizler dilimizin sınırlarında nöbet tutarız” derken, Wittgenstein da, “Dilimin sınırları, dünyamın sınırlarıdır” diyor.
Bizim için Türkçe, farklı etnik kökenden gelen anadillere sahip olsak da, ortak kültürel varlığımızın, üst kimliğimizin olmazsa olmazıdır. “Dil kültürün temeli olduğuna göre, bir milletin dil ile ifade ettiği sözlü, yazılı her şey, kültür kavramına girer.” (Mehmet Kaplan, Kültür ve Dil, s.154)
Ali Fuat Başgil, Türkçe’yle ilgili, “Yalnız şunu biliyorum ki, bu memlekette dilimizin başına gelenler hiçbir büyük millet dilinin başına gelmemiş ve uğradığı suikastın tarihte misli görülmemiştir.” dedikten sonra yine dil ile ilgili şu tarihî anekdotu aktarıyor:
“Rivayet olunur ki eski Romanın şiddeti ve dehşetiyle meşhur olan hükümdarlarından Tiberius, bir gün Roma âyanına (ileri gelen, seçkin tabaka) yaptığı bir hitabede uydurma bir kelime kullanır. Yüksek otoritesini iyice göstermek için olacak ki, kelimeyi bir iki defada üstüne basarak tekrarlar. Âyandan Marcellus, hükümdarın sözünü keserek, memleket diline hürmet etmesini rica eder. Derhal efendisini müdafaaya atılan saray adamlarından Capito der ki:
-Marcellus! Bahis mevzuu ettiğin kelime, tutalım ki memleket dilinden değildir. Fakat madem ki Roma İmperium’unun şanlı sahibi Sezar’ın ağzından çıkmıştır, artık memleketli olmuştur. Bilesin ki, Sezar her şeyin üstünde ve her şeye kadirdir. Bunun üzerine Marcellus, salonu kaplayan soğuk bir sükûn perdesini yırtarak, sadece hikmet ve hakikat olan şu cevabı verir:
-Capito yalan söylüyor. Sezar! Sen dilediğin insanlara Roma vatandaşlığı sıfatı verir, mevki ve rütbe ihsan edersin; fakat memleket dilinden olmayan bir kelimeye Romalı olma hakkı veremezsin.” (Ali Fuat Başgil, Türkçe Meselesi, s. 16-17)
Aramızda her türlü fikir ayrılığı, inançta değişik yollarımız, yorumlarımız olsun ama dilde birlik olalım! Şu veya bu konudaki farklılığımız düzgün bir Türkçe’yle ifade edilirse, kavgamız da dille sınırlı kalır.