Bu yazıyı kaleme aldığım yer, dünyanın gözetim ve denetim altında tutulduğu yerdir. Buradan dünya, Batı’nın çıkarları ve sorunlarına göre şekillendirilir. Hindistan Dışişleri Bakanı S. Jaishankar diyor ki: “Avrupa’nın problemi dünyanın problemidir ama dünyanın problemi Avrupa’nın problemi değildir gibi bir düşünce kalıbından Avrupalılar kendini kurtarmalıdır.” Zaten daha şimdiden kitap sayfalarında yerini alan bu söz; kendisi dışındaki dünyaya ben merkezli bakan Avrupa’ya getirilen çok yerinde bir eleştiri ve tespittir.
Kendi sorunlarını dünyanın sorunu hâline getiren, işine geldiğinde dünyayı ayağa kaldıran Batı’nın, işine gelmediğinde kendi dışındaki dünyanın sorunlarını görmemezlikten geldiğini, yanı başımızda vuku bulan olaylardan da anlamak mümkündür. Türkiye’nin,1838’de imzalanan ticaret anlaşmasıyla ileri Avrupa ülkelerinin açık pazarı hâline geldiği (D. Avcıoğlu, Türkiye’nin Düzeni 1969) o günden bugüne pek bir şey değişmedi.
Metot değişikliğine giderek yaşadığımız çağa ayak uyduran sömürgeci güçler, artık ordularıyla değil, sermaye ve teknolojileriyle ve bir de, etnik ve dinî farklılıkları kışkırtarak, ülkeler üzerindeki hâkimiyetlerini sağlamış oluyorlar. Bu bağlamda Türkiye’nin Batı’lı güçlerle olan ilişkileri, sermaye ve teknolojiye olan ihtiyacından dolayı 1838’den beri pek değişmedi maalesef!
Türkler nerede?
Alman Filozof Nietzsche’nin, gündüz gözüyle pazarda Tanrı’yı arayan “deli”si, bize, kendini arayan bir milleti çağrıştırdı: Deli, “Tanrı nereye gitti?” diye kalabalığa sordu. Biz de kendimize soruyoruz: Tarihe yön veren, tarih yazan milletler içinde bir millet vardı… İngilizler, Fransızlar, Almanlar, Ruslar ve Çinlilerin olduğu bu “pazar”da, Türkleri göremiyoruz. “Türkler nerede?” Nietzsche’nin Deli’si, kalabalığa sorduğu soruya kendisi, “Biz onu öldürdük!” diye cevap veriyordu.
Buradan bakınca; dünyaya yön veren bu milletler pazarında biz yokuz… Dün vardık, bugün niye yokuz? Çünkü biz, bizi, ayakta tutan değerlerimizle öldürdük. Kendimizle didişmekten mecalimiz kalmadı. Düşman, düşmanlığını bize havale etti. Biz, onları vekâleten, kendimizden düşman yaratarak, düşman adına kendimize düşmanlık yapıyoruz.
Bu millete kim beddua etti de, başını böylesine kuma sokmuş, dünyadan bihaber başlar ülkesi hâline geldi?... Filozof, “İyi de bunu nasıl yapabildik?” diyor. “Denizi nasıl boşaltabildik?”
O da bir şey mi?... Biz ki, nehirleri zehirledik, gölleri kuruttuk, ağaçları doğradık ve bütün bir vatan sathını çölleştirdik. Denizi boşaltmak da bir hüner mi? Biz, bir milletin içini boşalttık. Kendi ayakları üzerine duramayışımız ondandır!
Ufkumuz kayboldu
Doğu’da ve Batı’da, “Üstün ahlâk, her zaman üstekilerin ahlâkıdır (Z. Bauman),” kuralının geçerli olduğu ve “Adalet dediğiniz şey, güçlülerin üstünlüğünü hâkim kılma düşüncesi (S. Neiman),” olarak bir baskı aracına dönüştüğü bir dünyadayız maalesef.
Ufuk ötesini görenlere, çağ ötesine hazırlık yapanlara baktıkça, “Tüm ufkumuzu silecek bu süngeri bize kim verdi (Nietzsche)?” diye sormadan da edemiyoruz. Hangi akıl tutulması hâldir bu?
Batı’da insanlar ömürlük plan-program yaparken, biz günü kurtarma derdindeyiz. Evet, tüm ufkumuzu silecek bu süngeri bize kim verdi ve bu gaflete biz nasıl düştük?
Bir milletin Kızılelma’sı hafızalardan silinince, görüş mesafesi giderek daralır; gözlerine perde iner, ufkunu kaybeder. Ama biz, her defasında düştüğü yerden kalkabilecek tecrübe ve güce sahip bu milletten umudumuzu kesmedik.