Doktor dostumun ziyaretine gitmiştim. Kendisi gibi doktor olan arkdaşıyla beni tanıştırdı. Bir müddet sohbetten sonra cebinden çıkardığı kartvizitinin arkasına çarpı işareti koyduktan sonra bana taktim etti. “İstemem!” dedim. Adam şaşırdı... “Arkası çizilmemiş kartınızı verirseniz alırım,” diye çıkıştım. İlk defa tanıştığım kişi, daha sonra özür beyan ederek hatasını telafi etti.
Akşamın geç saatlerinde pek tanımadığımız şehirlerimizden birine yolumuz düştü. Karnımız açtı, bir çorbacı arıyorduk. Cadde üzerindeki kebapçıya sorduk: “İleride sol tarafta bir çorbacı var, Maydanoz’dan geliyoruz, deyin. Size yardımcı olurlar.” dedi. Teşekkür ederek ayrılırken başımın üstündeki levhada “Maydanoz” yazdığını fark ettim.
İster doktora gidin, ister devlet dairesine, ister çorbacıya; adamına göre muamele yapıldığı bu ülkede illâ bir referansa ihtiyaç duyulur.
Tayfamız, partimiz, dayımız sorulmadan eşit vatandaş muamelesi göreceğim günlere...
Silaha dönüşen ötekileştirme
Terry Eagleton’un, “Sizi anlamak için kendim olmaktan vazgeçersem, geriye sizi anlayacak kimse kalmaz,” sözüne sıkça atıfta bulunduğumun farkındayım. Çünkü buyurgan ülkeler kadar, toplumlar ve insanlar da, diğerlerinin kendisi olmaktan vazgeçerek, onlara benzemelerini ister, hatta dayatırlar. Değişik renk, dil ve ırklarda yaratılmış insanların, aynı dili konuşan ve kültürel değerleri benimseyen bir topluluk hâline gelmesini düşünmek, insanlığın sonunu getirmekle kalmaz, Hitlerizm ve Stalinizm rejimleri gibi kendi halkının da sonunu getirir.
Düşünce ve kültürel bazda ötekisini kendisine benzetmeye zorlamak; insanlar arasındaki düşmanlığı, ötekileştirmeyi körüklediği gibi, sosyal barışı veya toplumun huzurunu bozar, ülke kalkınmasını sekteye uğratır.
Toplumlar kadar insanların da varlığı, diğerleriyle kurulan iletişimle kaimdir. Akıllı öncülere sahip toplumlar kendilerine dostlar edinir, kurdukları dostane ilişkiler sayesinde varlıklarını daha da güçlendirirler. Aklını kullanamayan, dinî veya ideolojik bağnazların öncülük yaptığı toplumlarsa, düşmanlığı körükleyerek kendi ayaklarına bağ olur, her türlü gelişmenin gerisinde kalırlar.
Sosyolojik bir vakıadır: Siz hangi gerekçelerle birilerini dışlar, itham ederseniz, aynı gerekçelerle tepki görürür, karşılık alırsınız. Meselâ; Abvrupa’daki Türkler bir zamanlar Türk olduklarından dolayı yerli toplumlar tarafından dışlandıkça, onlar daha çok Türklüğe sarılmaya başladılar. Soğuk Savaş Dönemi sonrası, 2000’li yıllardan itibaren bu dışlanma ya da ötekileştirme, İslâm karşıtlığına (İslamafobi) dönüşünce, Avrupa’daki Müslüman göçmenlerde İslâmî kimlik, özellikle yeni nesillerde bir ideolojik boyut kazandı. Bazen de, bu din eksenli dışlanmalar, radikal grupların doğmasına zemin hazırladı.
“Hile edenin göreceği karşılık hileden ibaret (Mevlana)” olduğu gibi, düşmanlığı körükleyenin göreceği karşılık da düşmanlıktır.
Daha iyisini tasavvur edememek
Rudger Bregman (Almanca) kitaplarının birinin arka kapak yazısındaki şu cümle dikkatimi çekmişti: “Çağımızın gerçek sorunu, durumumuzun iyi olmamasından veya geleceğimizden endişe duymamızdan dolayı değil, esas sorun, daha iyisini tasavvur edemediğimizdir.”
Her toplumun kendine göre sorunları her devirde olagelmiştir. Kalkınmış, gelişmiş toplumlar karşı karşıya oldukları sorunlara hâl çareleri üretebilme kabiliyetine sahip olanlardır. Bizim gibi “gelişmekte olan” ülkelerse, sorunu tespit edebilme kabiliyetine sahip olmasına karşın, daha iyisini tasavvur etme kapasitesinde sıkıntı yaşıyor.
Günlük politik dedikoduların adeta aptallaştırdığı toplumda düşünme ortamı olmayınca, yarınlara dair daha iyi şeyler tasavvur edilemiyor maalesef.