Hemen herkesin bildiği “Hakikat Aynası” hikâyesine göre, hakikat Tanrı katında bir aynaydı. Yere düştü paramparça oldu. İnsanlar hakikati bulmak için birbiriyle yarıştı. En küçük parçayı bulan da en büyük parçayı bulan kadar, “Hakikat bende!” dedi.
Söz konusu hakikat olunca; hakikatin kendilerinde olduğunu iddia edenler ve hakikati arayanlar olarak insanları iki sınıfa ayırmak mümkün. Özellikle dinî literatürde karşımıza çıkan “hakikat tekelciliği”, günümüzde siyasetten düşünce dünyamıza değin birçok sahada ufkumuzu daraltan, çevremizdeki insanlarla aramıza mesafe koyan bir kavramdır.
Hakikati/gerçeği temsil ettiği iddiasında olanlar; “hakikat bende ise, haklı olan da benim,” diyorsa, orada bazen halk, bazen de hak adına kargaşa/savaş kaçınılmazdır.
İnsanlar arasında hak-hukuk anlaşmazlığı kadar, ülkeler arasında haktan ve haklılıktan doğan veya bahane edilen savaşlar da, tek haklı kendini gören anlayış yüzünden çıkar. Yine çoğu kez dinler veya aynı dine mensup mezhepler arasında hakikat tekelciliğinin kışkırttığı kanlı çatışmalar, insanlık tarihinin her döneminde olagelmiştir maalesef.
Bir siyasî partinin, bir sivil toplum ya da devlet kuruluşunun başındaki kişi görevde olduğu müddetçe, hakikatin yegâne temsilcisi kendileri olduğunu görürken, o mevkiden azledildiğinde, halefinin (kendisinin o görevde olmadığından dolayı) haktan ve hakikatten saptığına inanır.
Kime ve neye göre hakikat?
Zayıf insanlar, güçlü öncüler, “harikalar yaratan” liderler peşinde olduklarından, onların arkasına sığınarak sureti haktan görünürler. Bir büyük şahsiyeti, ne hak ettiğinden daha fazla övgüler ve ne de hak etmediği kadar yermeler onu olduğundan daha değerli ya da değersiz yapmaz. Ve bu anlayış tarzıyla bir yere varılmaz!
Bir tarafta Atatürk tekelciliği, diğer tarafta din tekelciliği, bu toplumun hakikat arayışında Merve ile Safa tepeleri arasında gidip gelenleri andırıyor. Atatürk’ü, bir başka şahsiyeti veya inanç üzerinden doğru olanı bu iki uç noktada değerlendirenlerin bıraktığı etki, zaman kaybı ve kutuplaşmadan ibarettir.
“Hakiki Maraş Dondurması” veya “Öz Urfa Kebapçısı” gibi, herkes “hakiki” olan üzerinden kendine bir paye biçtiğinde, ortaya çıkan hakikat tekelciliği, suiistimallere ve insanlar arasında ayrıştırmaya ortam hazırlar.
Anadolu Müslümanlığının, “hak mezhep”çiler, ideolojik İslamcılar ve tarikat şirketçiliğine feda edilmesi yüzünden hak ve hakikat yarışında millet olarak hep gerilerde tökezliyoruz. Ve bunun sonucu olarak kendimizle barışık değiliz.
Zayıfken hak ve hakikatten anlayışımız, güce sahip olduktan sonra değişiyorsa, orada hakikate uymak yerine, hakikati kendimize göre uydurmak gibi bir durum var demektir.
“Hakikat bende!” iddiası, dar görüşlülük, bağnazlık ve ötekileştirmeyi perçinleştirir, gelişmeyi, ilerlemeyi frenler. Millet olarak bu hakikat monopolculuğu yüzünden ağır bedeller ödediğimizden hâlâ ibret almamışız.
“Hakikat aynası”nın tamamı sende olsa da, sen hakiki değil isen, hakikati da kendine benzetir, eğip bükersin.