Bazen insan olarak kendi gerçeğimizden, bazen de topluma karşı sorumluluk taşıyan bir kişi olarak, ülke gerçeğinden kaçarız. Meselâ, erkekler olarak çoğumuz mecbur kalmadıkça doktora gitmeyiz. Sebep: Ya bir hastalık çıkarsa... Yani muhtemel gerçeğimizle yüz yüze gelme korkusu. Özellikle kendine güveni olmayan ya da halk desteğini almayan iktidarlar, toplumda var olan bazı arızaların dile getirilmesinden rahatsız olurlar. Zaman zaman dile getiriyorum: Kendi mahallemizdeki herkesin bildiği fakat seslendirmekten çekindiği veya örtbas ettiği yanlışları eleştirdiğimiz için yıllarca birlikte olduğumuz bazı arkadaşlarımızla yollarımız ayrıldı.
Hakikati savunmanın ve ilmiyle, inandığıyla amel etmenin bir bedeli vardır. Hakikat yolucusu yalnızlığı göze alır, alkış beklemez ve “kınayanın kınamasına aldırış etmez.” Peki “hakikat” nedir? Kime ve neye göre hakikat? Hikâye bu ya... Tanrı katındaki “hakikat aynası” yere düştü parçalandı. Bu aynadan bir parça kapan herkes, hakikati kendisinin bulduğunu sandı. “Düşüncenin gerçekle örtüşmesi” olarak tarif edildiği gibi, kimine göre doğru olan şey hakikat, kimine göre de düşündüğüne inanmak, hakikattir.
Mayınlı tarla...
Dindar bir kişiyle dertleşiyoruz: Ehil olmayan imamlar/din görevlileri yüzünden mabetlerin cazibesini kaybettiği konusunda hemfikiriz. Bu yüzden camiye gitmediğini ve bu kumaştan hocaların arkasında artık namaz kılmadığını itiraf ediyor.
İkna etmeye çalışıyorum: Aynı dine mensup iki insan olarak farklı siyasî görüşümüz olabilir. Bu noktada benim görüşüm beni, senin görüşün seni bağladığından, ortak bir noktada buluşmamız gerekmiyor. Fakat aynı dine mensup olmaktan kaynaklanan sorumluluğumuz gereği, benim veya sizin din adına söylediğimiz ve eyleme geçirdiğimiz her şey, camiye giden kadar gitmeyeni de ilgilendirir. Onun için tavrımızı pasif (kendi dünyasına çekilerek) değil, aktif bir şekilde, yani cemaatin içinde ortaya koymak gerekir. Meydandan çekilmek, yenilgiyi baştan kabullenmektir.
Arapça kökenli “hakikat”ın günümüz Türkçe’sindeki karşılığı, gerçeklik’tir. Eşyanın hakikisi ve sahtesi olur da inancın olmaz mı... Bu yazı bir Cuma günü kaleme alındı. Düşünen, irdeleyen her insan hakikat arayışı içindedir lâkin “hakikat bende!” diyen pek çıkmadı şimdiye kadar. Tasavvufî anlamda “Hakikat benim!” diyenlerin de derisini yüzdüler.
“Sizi rahatsız etmeye geldim”
Ali Şeriati’yle özdeşleşen sözü; “Sizi rahatsız etmeye geldim” demek; sizi uyandırmaya, ezberinizi bozmaya, gerçekleri seslendirmeye geldim, demektir. Ve aynı zamanda nebevî bir yöntem olarak, her türünden fikrî, içtimaî (sosyal), dinî durağanlığa (statüko) ve bağnazlığa karşı yenilikçi, adil ve sorgulayıcı bir görüşü temsil etmektir.
Farklı etnik kökene (ırk), siyasî görüşe veya toplumun farklı kesimlerine mensup bir Müslüman olarak, sosyolojik yönü daha ağır basan Cuma namazına giderken, farklı bir beklenti içindesiniz. Çünkü vakit namazlarından farklı olarak, görevli imam minbere çıkıp Cuma hutbesini okuyacak. Ve siz de sadece belli ibadetlerin ötesinde, hayatın tamamını kapsayan, bir başka ifadeyle, hayatın içinden, yaşadığımız gerçeklere dayanan bir hutbe dinlemek istiyorsunuz nihayet! İslâm’ın ilk çağlarındaki gibi, adeta bir okul vazifesi gören mekânlar olmasını arzu ediyorsunuz camilerimizin ama olmuyor... Yine hayal kırıklığıyla bir Cuma’yı geride bırakıyorsunuz. Hakikatleri duymaktan ziyade menkıbelere, günümüz gerçeğiyle alakası olmayan hikâyelere kulak kabartan bir cemaatin içinde, her hakikat arayışçısı gibi kendinizi yalnız hissediyorsunuz.
Duyguların akla galebe çaldığı ve yaşamaktan ziyade görünür olmanın yeğlendiği bir toplumda gerçeğe ulaşmak için “mayınlı tarla”dan geçmeyi göze almak gerekir.
“Dine Karşı Din” gerçeğini görenlerin bazıları, “mayınlı tarla”dan geçmeyi göze alabilen Ali Şeriati’ler, bazıları da onların izini takip edenlerdir. Toplumun aydınlanması, cami cemaatinin/müslümanın aydınlanmasıyla başlar. Aydınlanmak ise, okumak, eleştirmek ve düşünmekle olur.