Geride bıraktığımız 2021 yılı, Anadolu topraklarında kurulan medeniyetimizin mimarlarından Yunus Emre, Ahi Evren ve Hacı Bektaş Veli yılı olarak tarihe geçti. Peki bu etkinliklerden geriye ne kaldı, onlardan ne kadar zihin dünyamıza ve günlük hayatımıza taşıyabildik?
Ahi Evren; her şeyden önce adından da anlaşılacağı gibi günümüz Türkiye’sinde özlemini çektiğimiz kardeşlik ruhu, çalışmayı ibadet gibi gören iş ahlâkı, dürüst esnaf ve bugünkü anlamda sendikacılığın temsilcisi.
Hacı Bektaş Veli de diğerleri gibi tevazu, hoşgörü ve insan sevgisini önceleyen, asırlardır güncelliğini yitirmemiş, “Eline, beline, diline sahip ol” sözleriyle bu topraklardaki kültürel kimliğimizin oluşmasındaki manevi mimarlarımızdandır.
“Türk demeden Anadolu’da Türk milletini inşa eden”[1] Yunus Emre’nin ise zihin dünyamızda ayrı bir yeri var. Belki de Anadolu’yu bize yurt yapan bakış açısını özetleyen, “Yaratılanı severiz Yaratan’dan ötürü” sözü kadar Yunus’la özdeşleşen başka söz yoktur. Ve bu söz kadar özellikle siyasîlerin diline doladığı, istismar ettiği başka bir söz olmamıştır.
“Yaratılanı, Yaratan’dan ötürü sevmek” mi dediniz?
“Kendimizle Yüzleşmek” kitabımdan bir alıntı yaparak konuya devam edeceğim: Tarih deyince, medeniyet, ilim, yüksek ahlâk, insan-ı kâmil, sanat, mimarî değil de; at, kılıç ve kan anladığımız gibi, Ali deyince; âlim, “İlmin Kapısı”, hikmetli söz, devlet adamlığı, mütevazılık, aşk ve şefkat değil de, “Zülfikâr” anlıyoruz. Hâlbuki o Ali, vergi toplayacak amirlerine gönderdiği talimatnamede değil insanlara, hayvanlara bile nasıl muamele edileceğini hükme bağlamış:
“Öküzü, davarı, devesi varsa, hayvanların bulunduğu yere sahibinin izniyle gir. Çünkü onların çoğu sahibinin malıdır. Hayvanların bulunduğu yere sert bir surette değil, sahibinin izniyle gir. Ne hayvanları ürküt, ne sahiplerini korkut. (...) Emin olduğun kişi (vergi toplamakla görevli) onları toplayacaksa, tembih et, dişi deveyi sütüne tamah ederek almasın; yavrusuna zarar vermiş olur. Bir de ona binerek yormasın onu. Binmekte, sütlerini sağmakta adalete riayet etsin; getirirken yorulanları dinlendirsin, ayağı sürçen, yürümekte güçlük çeken hayvanları yavaş sürsün. Hayvanları suya rastladıkça sulasın, otlak yere gelince otlatsın; vakitten vakite onları dinlendirsin; sulak otlak yerlerde onları suvarıp yaysın.”[2]
Dün, hayvan hakkını bu derece teferruatlı gözeten İslâm anlayışından, Halife Ali’nin hayvanlara gösterilmesini emrettiği ihtimamın bile bugün insanlardan esirgendiği bir İslâm anlayışına geriledik. Hz. Ali’den nakledilen bu anektodu okuduktan sonra Yunus’un, bütün yaratılanlara olan sevgisinin ilham kaynağının, merhamet ve sevgi Peygamberi’nin dizinin dibinde yetişmiş Ali olduğuna kanaat getirdim.
Şimdi Derviş Yunus’un, Hacı Bektaş Veli’nin ve Ahi Evran’ın ayak izlerinin hâlâ silinmediği bu topraklarda insan, insanca muameleden yoksun. Hayvanlara gelince; insanlığımdan utanıyorum! Sokağımızdaki, yolumuzun üstündeki aç-susuz dolaşan kedi ve köpek cinsinden sokak hayvanlarının durumu aslında, “Yaratılanı severiz Yaratan’dan ötürü”yü sloganlaştıranların ülkesindeki insanların gaddarlık karinesidir. Bir toplumun bu derece kendi değerlerine ters düşerek mankurtlaşması endişe vericidir. Doğaya, çevreye, canlılara olan duyarlılık ve sorumluluğumuz, dindarlığımızın, insanlığımızın ve vatan sevgisinin bir parçası olarak zihinlere nakş edilmedikçe, merhametine sığınmış canlıları katletmekten geri durmayan bir toplum olmaktan kurtulamayacağız.
Dindarlığımızı, milliyetçiliğimizi, çağdaşlığımızı, velhasıl insanlığımızı yeniden gözden geçirmeliyiz.
[1] Prof. Dr. Şahin Köktürk, Yunus Emre Hayatı ve Edebî Şahsiyeti, Yunus Emre, s. 17
[1] Abdülbaki Gölpınarlı, Nehc’ül Belâga, İmam Ali’nin Hutbeleri-Mektupları, Emirleri-Vecizeleri, 1972