Yıllar yılı dışarıdan gözlemlediklerimi şimdi yaşayarak, görerek, dinleyerek ve bunlara ilaveten aktif görevler üstlenerek anlamaya çalışıyorum. Genelleme yapmamakla birlikte; karşıdakini dinlemek yerine konuşmayı, düşünce üretmek yerine başkalarından devşirdiği bilgiyi satmayı yeğleyen bir toplum yapımız var. Bunun adı; sorgulamadan yargılamak, düşünmeden hüküm yürütmektir. Üretmeden ya da ürettiğinden daha çok tüketen bir topluma dönüşmemizin sosyolojideki adı, “tüketim toplumu”dur. Bu süreç maddeci/materyalist tüketimle sınırlı kalmamış; değerler tüketimiyle de bir milletin varlığı açısından endişe verici boyutlara ulaşmıştır.
İdeolojik tüketim
Artısı eksisiyle, eğitim düzeyi ülke ortalamasının üzerindeki insanlardan oluşan sosyal çevremizde her defasında farklı özelliklere sahip kişilerle karşılaşıyoruz. Her karşılaşmada kendi adıma yeni şeyler öğreniyor ve keşfediyorum. En büyük kazancım; tanıştığım insanı biraz daha yakından tanımak ve tanıdığım her insanla farklı bir dünyayı keşfetmektir.
Dünya görüşünden bağımsız olarak, hayata ve insana bakışını ideolojik olarak formatlayan, değişen dünya ve ülke şartlarına rağmen hâlâ dünden kalma fikirlerinde ısrarcı bir aydın kesimiyle yüzleşmek; beton duvara toslamak gibidir. Seküler kesimin ideolojik takıntısıyla muhafazakâr kesimin mezhep/tarikat takıntısı, metot olarak aynıdır: Birisi, “Doğru/hak olan benim dünya görüşümdür” derken, diğeri de, “Hak mezhep benimkidir” diyor. Birinde ideoloji adına diğerinde ise mezhep/inanç adına, tabusuz düşünce devre dışı bırakılıyor.
Bazen, “ben demokratım” deyip de proleterya diktatörlüğünü savunan, bazen de çökmüş olan Sovyet Rusya’ya methiyeler dizenlerle tanışıyoruz. Bir zamanlar, “Hak, Hukuk, Adalet!...” diye haykıranları gözüm arıyor, tuzun bile kokuştuğu bir ortamda. Bütün kaleleri içten içe yıkılmış siyasî İslamcılık, kapitalizmin girdabında son demlerini yaşıyor.
İdeolojik takıntımız dilimize de nüksetmiş. En basitinden; ilericimiz, “selamünaleyküm”ü ağzına almazken, mühazakârımız da ağzından düşürmüyor. Sanki, selamünaleyküm deyince gerici olunuyor ve sanki selamünaleyküm yerine Türkçe kelimeler kullanınca din elden gidiyor.
Mahallelikten evrenselliğe...
Benzeri konuları sıkça işlediğimin farkındayım. Meselemiz insanla ilgili olunca, insan da sahip olduğu zihniyetten bağımsız düşünülemeyeceğine göre, şayet gelişmeyle bağlantılı bir değişim olacaksa, bunun öncelikle beyinde zuhur etmesi gerekir. Zihin değişikliği olmadan hiçbir yeniliği gerçekleştiremezsiniz.
Her defasında ırkçılığa karşı olduğunu söyleme ihtiyacı duyanların, kendi şuuraltı ırkçılığını örtbas etmek için siyasî görüşü farklı olanı ırkçılıkla itham ettiğini görürsünüz. Serbest düşünceye saygıdan, farklılıklara höşgörüden veya eleştiriye tahammülden yana olduğunu söyleyen kişilerle karşılaştığınızda, bazılarının inandırıcılığından şüphe edersiniz. Çünkü, bu makas değişimi beyinde gerçekleşmediğinden, mahallenin dışına çıkamıyor, yani öteden beri bildiği ve inandığı istikametten şaşmıyor.
“Ben evrensel bir insanım” iddiasında olan, dünyaya Derviş Yunus’un gözüyle bakmıyorsa, onun evrenselliği, kendisiyle aynı bakış açısına sahip olanlarla sınırlı olduğundan, ideolojiktir. Yaygın tabirle, “solcu” ya da “sağcı” siyasî kimlikle evrensel olunmaz! Evrensellik, insan olmaktan kaynaklanan ideolojik/siyasî bir özellik değil, tabiî olmalıdır.
Dünyaya kendi mahallemizden bakarsak, resmin tamamıı göremeyiz. Bu bakış, bizi mahallelikten kurtarmaz. Mahallenin dışına çıkmadıkça dünyalı/evrensel olunmaz. Diğer taraftan, yerel olmadan evrensel olmaya kalkışmak, sekmeden uçmaya benzer. “Sekmeden uçmaya kulak asma...” demişler. Sekmeden uçuşa geçen kuş çok geçmeden yere çakılır. Kendisinden bihaber, kendisiyle barışık olmayanın da evrenselliğine kulak asmaya değmez. Aslolan, mahalleyle irtibatı koparmadan ulusal ve uluslararası olabilmektir. Evrensel olabilmek için, “Her Adem Bir Âlemdir”deki hikmeti kavramak gerek.