Deyim yerindeyse, “orta şiddet”te bir hızla yürüyordum. Attığım adımlara atbaşı olarak günlerdir zihnimi meşgul eden konuya çözüm yolları arıyordum. Cami, mescit ve cemevi gibi mabetlerin toplumdaki konumunu ve oraya toplanan insanlara kendini dinleten hoca, imam, dede gibi din görevlilerini düşünürken, nazımın geçtiği genç bir hocayla karşılaştım. “Kabahatin en büyüğü siz hocalarda!” dedim. O, şaşkınlık içindeyken ben devam ettim: “Çok iyi seviyedeki bir aydının konuşmasına sınırlı sayıda insan gelirken, siz hocaların ne konuşacağından bağımsız olarak, her Cuma camiler tıka basa doluyor. Hep bilinenin tekrarı değil, cemaati aydınlatmayı kendinize vazife edinseydiniz, toplum bugünkünden çok daha ileri seviyelerde olurdu.”
Hitap ettiği cemaate aydınlatma adına söyleyecek sözü olabilmek için, biraz felsefe, sosyoloji ve insanlık tarihini bilmek gerekir. Hayatın içinden bir dindarlık anlayışı yerine, asırlardan beri tavizsiz mezhepçi kalıplara mahkûm edilmiş bir din anlatılıyor mabetlerde. Yine de, bu azgelişmişliğin bedelini sadece din adına hüküm yürütenlere kesmek insafsızlık olur.
Her duyarlı insan gibi biz de; milletler yarışında ayağımıza çelme takanın veya bizi asıl hedeften alıkoyanın kim ya da kimler olduğuna, beynimiz zonklarcasına cevap arıyoruz. Bu arayış bizim kuşaktan çok daha öncelerdi başladı: “Bu geri kalmışlık problemi üzerinde kafa yoran ‘Osmanlı münevverleri’nin bir kesimi problemi artık, o zamana kadar soludukları hava, içtikleri su, bastıkları toprak, ısındıkları ateş kadar tabii gördükleri bu kimlikle (Müslüman kimliği) bağlantılı bulmaya, gelişmiş Hıristiyan Batı karşısındaki geri kalmışlığın sorumluluğunu bu kimliğe yüklemeye meyletti. (A. Yaşar Ocak, Türkler, Türkiye ve İslâm, s. 25)” Batı dünyası ile olan ilişkimizin kırılma noktası, yazarın da ifade ettiği gibi, Müslüman kimliğimizi sorgulamaya başladığımız gün başladı.
Hani siz, “inananlar üstündür” diyordunuz?
On birinci yüzyılda Selçuklular, on üçüncü yüzyıldan itibaren de Osmanlılar olarak bu coğrafyada varlığını sürdüren Türkler, on yedinci yüzyıla kadar kendinden emin olarak ilerlerken, “Bu yüzyıldan itibaren, o zamana kadar hep üstün geldikleri ve küçümsedikleri bu ‘diyar-ı küfr’ün karşısında ilk defa ilk yenilgilerinin acısını tatmaya ve sarsılmaya başladılar. (…) Bu fark ediş, XIX. Yüzyılda hiç beklenmedik bir biçimde sonuçlandı: Kendilerine ve kurdukları düzene olan güvenleri sarsıldı (A. Yaşar Ocak, Türkler, Türkiye ve İslam, s. 24). O günden sonra, “Hani, inananlar üstündür, diyordunuz. Biz inandığımız hâlde niçin küffara karşı hezimete uğradık?” türünden bir soruya muhatap ve cevap arandı. Muhatap, en üst düzeyde İslâm adına hüküm veren din ve devlet adamlarıyken, yukarıda de belirtildiği gibi, bu geri kalmışlığın ya da yenilginin bedeli, Müslüman kimliğine kesildi.
Batı’nın aydınlanma (Rönesans) hareketinde matbaanın icadı çok önemli rol oynar çünkü; her türlü bilgi kitlelere ulaşabiliyordu. “1470 yılında Köln, Paris ve Venedik gibi şehirlerde matbaalar kurulmuştu. Avrupa’da 1500’li yıllarda 20 milyon, 1600’lü yıllarda 200 milyondan fazla kitap basıldı. İstanbul’un 1453’te Türkler tarafından fethinden sonra kaçan Hıristiyan entelektüeller kütüphanelerdeki antik el yazmalarını beraberlerinde Batı’ya götürdüler. Birden bire Floransa ve Milano gibi şehirlerde Arşimed ve diğer antik çağ düşünürlerinin eserleriyle tanıştılar. (Stefan Klein, Wie Wir Die Welt Verändern, s.153)
Osmanlı’ya ilk matbaanın gelişi 1727 yılının sonu olduğuna göre, takriben 277 yıl sonra matbaayla tanışmış olması, Avrupa’daki gelişmelerin en azından 250 yıl gerisinde kalmak demektir. Bizim durumumuzda olup da, Batı’yla olan açığı kapatan ülkeler listesine giremedik çünkü:
-Yenilikçi, ilmi ve düşünceyi teşvik eden, insanı kutsayan din anlayışından uzaklaştık. Akla değil, hissiyata hitap eden, düşünmeyi ve sorgulamayı devre dışı bırakan, ezberci ve nakilci bir din anlayışı kitlelere benimsetildi.
-Kitleleri ateşli nutuklarla hareketlendiren, kamplaştıran demagog siyasî liderler, hükümet yetkilileri, sorgulayan, düşünen insanlar yerine, biat eden, tâbi olan taraftar kitlesi yaratarak, farklı düşünenler baskı altına alındı.
-İleri toplumlardaki geçişkenlik ve farklı kesimlerin karşıklı düşünce paylaşımı bizde hâlâ “azgelişmiş” toplumlar düzeyinde seyrediyor.
-İnsan seçiminde liyakatin yerini itaat aldı.
-Üniversite sayımızı arttırdık fakat kitap okuma oranımızı gelişmiş toplumlardaki kadar artıramadık.
-Gelişmekte olan ülke seviyesinde üretim yaparken, tüketimde ileri sanayi toplumlarıyla yarıştık.
-Analitik düşünme yerine ezberci bir eğitim ve öğretim sistemini tercih ettik.
-Her neye inanıyorsak, inanmışlığın gereğini yerine getirmedik.
İnanmışlığımız sloganlar düzeyinde kalınca, kalkınmışlığımız da, “gelişmekte olan” ülkeler seviyesinden ileri gidemedi.