Akşamın ilerleyen saatinde yürüyüşe çıkmıştım. Önünden geçtiğim “kahvehane”nin oldukça büyük salonu masaların etrafında kümelenmiş insanlarla doluydu. Şakır-şukur “okey” oynuyorlardı. Gündüzler vatandaş kahvesi, akşamlar da, her yaştan eğitimli (öğretmen, memur, bürokrat, öğrenci) ve hâli vakti yerinde olanların uğrak yerleri bir hayli dolu oluyor. Saatler saatleri kovalıyor; hoyratça tüketilen zamanla birlikte ömür de tükeniyor. Ben buna, “ölümü bekleyen kalabalıklar” diyorum. Siz bu sosyolojik vakıaya; “nasıl olsa öleceğiz” mantığıyla kendini savunanların zaviyesinden de bakabilirsiniz. Üretgen/sanayileşmiş ülkelerin insanlarına zaman yetmezken, bizim gibi toplumlarda zaman geçmiyor. Okumaktan, kitaptan söz açılmıştı. Değerli emekli eğitimci bir hatırasını anlattı:
Görev yaptığım şehirde yılın öğretmenini seçmek için bir heyet oluşturduk. Bu sıfata layık görülen adayı tanımak için seçici kurula davet ettik. İlin valisi bizden müsaade isteyerek, yılın öğretmeni olmaya namzet kişiye sordu: “Son okuduğunuz kitapla ilgili bize birkaç cümle söyleyebilir misiniz?” Öğretmen ezildi büzüldü, kem küm etti ve nihayetinde kitap okumadığı anlaşılınca, Vali Bey de, biraz kızgın bir tavırla toplantıyı terk edip gitti.
Gazeteci dostumuz, yazılarıma övgüler yağdırdıktan sonra şerhini düşüyor: “Ama ağır yazıyorsun.” Bunun Türkçe’si; “yazılarını okumuyorum, okusam da anlamıyorum,” demektir. Az çalışıp, hatta mümkünse çalışmadan, zengin olmaya, okumadan fikir sahibi olmaya ve üretmeden tüketmeye meyilli bir toplumuz. “Merak ilmin hocasıdır” diyen de biz, bilmediğimiz konuyu merak edip araştırmayan da! Eğer varsa yazılarımızda bir ağırlık; o da merağımızın ürünüdür. Merak yoksa, öğrenmek, tanımak veya anlamak da yoktur. Merak yoksa, okumak hiç yoktur! “Kişi bilmediğinin düşmanıdır. (Hz. Ali)” sözünün bir sonraki merhalesi; kişi tanımadığını merak edip de tanımak istemez ve tanımadığı kişiye güven duymaz. Bu güvensizlik korkuyu beraberinde getirir. Korku üzerinden kimlik tanımlaması yapılıp, taraflar belirlenirken, aşılmaz sınırlar çizilir.
Tanımadığını tanımak, bilmediğini bilmek merakı (öğrenmek isteği) olmayınca, korku duygusu düşmanlığı körükler. Böylece düşman olarak betimlenen kesime karşı zihin dünyamızda koruma duvarları örülür. Etrafımızı düşmanlar sarmış, hatta içimize kadar sirayet etmiştir, düşüncesinin hâkim olduğu bir (paranoyak) toplumda, karşılıklı düşmanlıklar, siyasî, dinî veya ırkî/etnik türünden kimliklerin doğuşuna sebep olur. Felsefik anlamda, “Düşünüyorum, öyleyse varım,” diyen de var, “Korkuyorum, öyleyse varım,” diyen de.
Korku, var olmanın, canlılığın belirtilerindendir ancak ideolojik bir formata dönüştüğünde; yani korkuyu siyasî emelleriniz için kullandığınızda, toplum barışı ve huzur ortamı kaybolur. Üretgen, hedefe koşan aktif bir toplum olma yerine, pasivize olmuş, tüketim müptelası bir topluma dönüşür ve toplum kendi farklılıklarından ürker hâle gelir. Madolyonun diğer yüzünü görmek istemez. Öteki olmadan kendisinin tarifini yapamayacağını bilemeyecek kadar da kendinden bihaberdir. Siz kendinizi birileriyle korkutuyor ve birileri de sizden korkuyorsa; ne içeride ne de dışarıda güven sağalayabilmiş değilsiniz demektir.
“Ezan susmaz, bayrak inmez!” kadar, “... vatan bölünmez!” gibi sloganlar herşeyden önce toplum hafızasının derinliklerine yerleştirilmiş bir korkunun dışa vurumudur. Birileri bundan siyasî rant devşirirken, korku kültürünün millî bünyede meydana getirdiği tahribatın adı, güvensizliktir. Korkuya dayalı bir siyasî/ideolojik anlayış bize, birbirimize güvenmeği değil, güvenmemeği, kucaklaşmayı değil, yumruklaşmayı ve sevmeği değil, nefret etmeği telkin eder. Biz düşmandan değil, düşmanlaştırdığımız bizden korkuyoruz.