İlerleyen yaşa paralel olarak biriken tecrübe, hangi cenahtan yola çıkarsak çıkalım, bizi bir noktaya doğru götürüyor: “Bütün yollar Roma’dan geçer” misâli, bütün düşünceler, tasavvurlar, tasarımlar, plan-programlar da insandan geçer veya insanda düğümlenir. Yaşadığımız dünyanın ve tahayyül edebildiğimiz kâinatın merkezinde insan, insanın merkezinde de Tanrı olduğuna itibar edilmeden yapılan bütün hesapların sonucu, insanlık adına hüsrandır.
Herkesin savunduğu fikir kendisi için doğru, verdiği mücadele kutsal ve gittiği yol haktır. İşin burasında sizden farklı düşünceye sahip olana itiraz etmenin veya onun gibi düşünmediğinizi söylemenin ötesine geçemezsiniz. Fakat ahlâk, dürüstlük ve insan hak ve hukukuna saygı gibi insanların ortak değerleri söz konusu olunca size ve herkese söz hakkı doğar.
Bazıları için sıkça duyduğumuz sözlerden birisi; “Onunla çok farklı düşünüyoruz ama dürüst bir adam!”, bazıları içinse; “Aslında aynı davayı savunuyoruz ama sahtekârın teki...” şeklindedir. İki farklı düşünce yapısına sahip insandaki güzel meziyetleri bir insanda toplayabilsek meselemizi hâlledeceğiz amma velâkin bunu beceremediğimizden, toplum olarak iki yakamız bir araya gelmiyor.
Hattı zatında, “aynı davayı savunduğumuz sahtekâra, “çok farklı düşündüğümüz dürüst”ü tercih edebilsek, hakkı teslim etmiş olacağız.
Sıradan insanımızın değil, fiiliyatı ve fikriyatıyla toplumun önünde gidenlerimizin mevki, şöhret, para ve şehvetle, hakkaniyet ve farklılıklara riayetle sınanışına şahitlik yaptığımızda, başımız göğsümüze düşüyor.
Ve bir daha anladık ki, meselelerimizin düğümlenmesi de, çağı yakalama yolunda düşe-kalka ilerlememiz de, kendi engeline takılan insan yüzündendir. O hâlde aklî ve ahlâkî meziyetlerini devreye sokarak, kendi zaafiyetlerini kontrol altına alabilen insan inşa etmek gerek!
İş, adalet ve ilim ahlâkını sistemin vazgeçilmez ve öncelikli kriterleri hâline getirmiş, “Akıl etmez misiniz?” meâlindeki İlâhî uyarıya, kulak tıkayanların aksine, kulak kabartmış olan veya bunun gereğini yerine getirenler, kalkınmış toplumlardır. Bu kalkınmayı da eğitimli insanlarına borçludurlar.
Bizim ülkemizde hiçbir meslekî tecrübesi olmayanlar hâlâ ya lokantalarda garsonluk ya da inşaat işçisi olabildiği gibi, hiçbir altyapısı ve mazisi olmayanlar da, kutsal bir davanın veya ülke çapında kitleleri yönlendirebilecek derecede etkili olan bir fikir akımının, bugünden yarına, çok önemli temsilcilerinden birisi olabiliyorlar.
Soğuk Savaş Dönemi gençlik yapılanmasında, yığınlar hâlinde her türden siyasî-ideolojik taraftar kitlesi adeta sokaklardan toplanmıştı. Biz millet olarak binlerce gencimizi “vasıfsız dava adamları” yüzünden ve “dava adına” kaybettik.
Şimdi ateş çemberinden geçip gelen, belli bir tecrübe ve birikime sahip dünün “cengâverlerinden” bir kesim hâlâ ve belki de dünkünden daha şuurlu ve inançlı bir şekilde nefes nefese bu mukaddes mücadeleyi sürdürüyor.
Dünyaya farklı bir yerden bakan, hayatı yığınlardan daha farklı algılayan ve anlatan bu kuşağın büyük bir kesiminin, ilerleyen zaman içinde farklı bir dünyaları olmadığı anlaşılınca, ne yazık ki, “Senin benden ne farkın var?” diyen kitleler nezdinde bütün inandırıcılıklarını kaybetti.
Feleğin zalimden ve zulümden yana dönen çarkını mazlûmdan ve adaletten yana çevirmeğe çalışanların sayısı giderek azalırken, biz en büyük darbeyi de, “canım dünyayı biz mi kurtaracağız” diyerek iki adım geri çekilen “dava arkadaşlarımız”dan yedik.
İtiraf edelim; farklı bir dünya görüşümüz var ama kendi hanemizde dahi tüketim toplumu yığınlardan farklı bir dünyamız yok.