Kendisine mikrofon uzatılan genç bir vatandaşımız üstüne basa basa, “Ben, birçok konuda vicdansız olduğumuzu düşünüyorum,” dedikten sonra, “Birçok konuda ahlâksız olduğumuzu düşünüyorum,” diye devam eden dürüstçe eleştirisine, eleştiriden ziyade tespitlerine, bu ülkenin vicdan sahibi her vatandaşı, “El hak, doğrudur!” der.
Bu açık yürekli vatandaşımız gibi ben de halk olarak birçok konuda takiye yaptığımızı düşünüyorum. Takiyecilikte zirve yaptığımız konuların başında, güya farklılıklarımızı artık kaale almadığımızın bir ifadesi olarak, “yoktur birbirimizden farkımız” sözü gelmektedir. Bir başka konu ise; güya çok demokrat, eleştiriye açık, farklı görüşlere tahammül edebilen bir toplum olduğumuzu göstermek adına, “ihtilafta rahmet vardır” sözüne inanıyormuş gibi yapmaktır.
Aynı söyleşinin devamında açık sözlü vatandaş, “Ben, kul hakkı yediğimizi düşünüyorum,” diyor. Sıra bekleyen bir başkasının önüne geçerken, trafik kurallarına uymazken, hileli iş yaparken, komşuyu rahatsız ederken, gücü yeten devleti, gücü yetmeyen de vatandaşı kazıklarken, kopyayla imtihan kazanıp, torpille işe girerken, haram olan kul hakkını helâlmiş gibi yiyoruz.
Ve bu açık yürekli vatandaş, toplumun kabuk bağlamış bir yarasına daha parmak basarken, “Bu ülkede ben hep uyanık olmak mecburiyetindeyim,” dedikten sonra, “Niye biliyor musunuz?” diye de soruyor. Uyanık olmak iyi hoş da, kime veya neye karşı uyanık olmalı? Düşmana karşı mı, yoksa doğal afetlere karşı mı? Bu ülkenin insanlarını uyanık olmaya zorlayan asıl sebebin ne olduğunu yine genç adamın kendisinden dinleyelim: “Çünkü herkes birbirini kazıklamaya çalışıyor.”
Bir toplumda kök salmış bu teyakkuz hâli, en yakın insanların bile birbirine olan güvenini ortadan kaldırır. Çünkü herkes günü kurtarma derdinde ve yapanın yanına kâr kaldığı bir sosyolojide geçerli slogan, “altta kalanın canı çıksın” ise, “kazıklamayanı kazıklarlar” sözü, toplumun bütün katmanlarında kabul gören bir deyim hâline gelir.
Eğer bir yörenin toplumunu mezhebi ve ırkî/etnik temele dayalı kutuplaşma şekillendirmişse ve bu sosyolojik vakıa, yokmuş gibi muamele görüyorsa, o toplum kendi gerçekleriyle yüzleşme basireti gösteremiyor demektir. Orada takiye yaparak günü kurtarsan da, senden sonrakilere “tufan!” diyorsun. Bugün behemehâl çözüme kavuşturmamız gereken sorunlarımızı erteledikçe, bizden sonraki nesillerimize çok ağır bir yük bırakmış oluyoruz.
Sözde okumuşumuz okumuyor. Okumanın nimetlerinden faydalanmamış, okuma zevkine varmamış insanın, okuyanın kapısını çalmaya eli varmaz ama düzenbazın değirmenine su taşımaktan da yorulmaz.
Şimdi seni sana şikâyet ediyorum ey halkım!
İyi yalan söyleyeni hem şikayet eder söversin, hem de arkasından gidersin. Bin bir emek harcayarak okuttuğun evladına, çok para kazanması için iyi bir okuldan iyi dereceyle diploma almasını sağlamışsın fakat insan olmayı öğretmemişsin. İnsan olmadan olunan diğer şeyler insanî olmayınca, insanlıktan nasibini almamış, etiketli, unvanlı şeyler olur ama insan olmaz.
Merhum Prof. Dr. Hasan Onat, “Düşünmek namazdan, oruçtan önce gelen farzdır, farzların farzıdır,” demiş. Düşünmeyen baş, gövdeye yüktür. Biz ne çektiysek, “içimizdeki beyinsizlerin işledikleri yüzünden” çektik. Halkımın düşünen beyinlerine selâm olsun!