Alfred Dreyfus davasında Emile Zola’nın “Suçluyorum (J’accuse) başlığıyla zamanın Fransız Genel Kurmay Başkanlığı’na yazdığı açık mektubun sebebini tekrar anlatmayacağım.
Sadece, 1898 Fransa ve dünya şartlarında haklının kim olduğuna bakmaksızın, haksızlığa uğramış birinin (A. Dreyfus) hakkını savunmak adına, yazar Emile Zola’nın cesaretine ve ilkeli duruşuna takdir ve hayranlığımı, ülkemin aydınlarına bakarak, ifade etmek ve istedim.
Alman yazar Stefan Andres, “Yazar, karşısındakini zapt edemeyeceğini bilen bir kaplan eğiticisi gibi devlete kritik bir gözle bakar,” diyor. Devlet denilen kavram (mefhum), idareci ve yöneticileriyle bir anlam kazanır. Ondan dolayı irdelediğimiz, kritik bir gözle baktığımız her konu insan unsuruyla bağlantılı olduğundan, insan merkezli düşünüyor, bakıyor ve inanıyoruz.
İnsan olan kendimizi sorgulamadan başkalarını ve insan kaynaklı başka şeyleri sorgulamaya yeltenmek, bizi sonuca götürmediği gibi inandırıcı da olmuyor. Aile ortamında, “ayağına taş değse kalbini yokla” düsturuyla yetiştik. Gün geldi ne ayağımıza taş değdiğinde ne de başımıza taş düştüğünde kalbimizi yokladık.
Kalp taşlaşınca ne taşın değdiği ayağı ne de düştüğü başı umursuyor, ondan ders çıkarıyoruz.
Çocukluk devresinden çıkan insanın, inanmak ve hayal etmek süreci başlar. İnsan hayatının ikinci devresi, inandığı hakkında bilgi edinme ve hayallerini gerçekleşitrme mücadalesiyle geçer. Hayatın üçüncü veya son devresindeyse, insan kendisini ve kendisi dışındaki dünyayı sorgular.
Şimdi benim sorgulama dönemimdir. S o r g u l u y o r u m!
Son üç yüzyıldır sorup da cevap alınamayan soruyu bir de ben kendime soruyorum:
Madem inananlar üstündü, biz niye üstün gelmedik? O hâlde inancımı da sorguluyorum!
Demek ki ben inanmış gibi yapmışım ya da inanmışlığın gereğini yerine getirmemişim. Meselâ heyecanı, hissiyatı ve eylemi öncelemiş, oturup düşünmeye, tefekkür etmeye zaman ayırmamış, kendimle yüzleşmemişim. Ve en affedilnez hatayı yaparak, aklı devre dışı bırakmışım.
Bildiklerimi, ezberimi sorguluyorum...
Zamanın ruhuna hitap etmeyen, güncellenmemiş, yaşadığım gerçek hayatta karşılığı olmayan, kendi içinde çelişkiler barındıran fikirlerimi sorguluyorum.
Bir siyasî partinin dar kalıpları içine sıkıştırılmış dünya görüşümü, mehdileştirdiğim liderimi ve yoluna baş koyduğum davamı sorguluyorum.
Kutsadığım kavramlarımı sorguluyorum...
Bazen “Dost” dediğimin beş para etmezini, “Kahraman” bildiğimin sokak kabadayısı çapındakini, gözümde büyüttüğüm idollarımın ego’dan bir dağ olduklarını, nihayet görebilme devresindeyim.
Avazım çıktıkça haykırmanın ötesindeki “vatansever”liğimi sorguluyorum...
Yanlışlarımı, hayatı sorguluyorum...
Taşa tutulma pahasına kendi mahallemi sorguluyorum: Ne köylü kalabilmiş ne şehirleşebilmiş mahallemi... Dünyayı okuyamamış, çağı yakalayamamış, ayrıştırıcı, ürkütücü bir dille “Ey insanlar!” diye başlayan imamı, onun telkin ettiği din anlayışını ve ilmini güç’ten, şan-şöhretten, çıkardan yana kullanan aydını sorguluyorum. Milleti rayından çıkaran vekilleri ve her harama bir helâl kılıfı uyduranları lanetliyorum.
İnsanlığı kurtarmaya çıktığım bu yolda, değil dünya insanlığını ne kendi insanımı ne de kendimi kurtarabildiğimi sorguluyorum.