-Selamunaleyküm!
-Aleykümselam!
-Hoşgeldiniz, nasılsınız?
-Teşekkür ederim, sağolun!
Buraya kadar ilk karşılaşma veya görüşmede alışageldiğimiz diyalog. Devamında ise, pek de tanımadığınız kişi size, “Siz çok değerli bir insansınız” derse, hoşunuza gider, nefsiniz okşanmış olur. Hatta içinizden, demek ki adam benimle ilgili güzel şeyler duymuştur, diye de kendi kendinize pay çıkarırsınız. Fakat daha bunun hazzını yaşamadan, aynı adamın her selam verene aynı iltifatta bulunduğuna şahit olunca, havalanmaya hazır kanatlarınız yavaş yavaş aşağıya iner... Yoldan her geçen bu adam için“değerli” olamayacağına göre, “Siz benim için değerlisiniz” sözü uluorta sarf edildiğinden ağırlığını burada kaybeder.
Yine aynı minval üzere hemen her karşılaşma ya da telefon görüşmesi sonunda karşınızdaki muhatabınız size, “Bir emrin var mı?” dediğinde, ne bu sözün sahibi sizden emir bekliyordur, ne de siz ona emir niteliğinde bir söz söylersiniz. Ama gel gör ki, güya sizden emir bekleyen kişi, gereğinden fazla iltifatıyla aslında sizi zor durumda bırakarak, mahcup bir edayla “Estağfirullah!” demenizi sağlıyor. Bu da bize has bir şark kurnazlığıdır.
Yine her karşılaşmanın vedalaşma safhasında, temenni niteliğindeki “Kendine iyi bak!” tekerlemesi gündelik hayatta yersiz ve gereksiz kullanımından dolayı cazibesini kaybetmiş, argo tabirle kimsenin tınlamadığı sözlerimizdendir. Bu söz, sizi gerçekten seven bir yakınınız ya da dostunuz tarafından dile getirilmiş olsa, dikkate alınacak bir uyarı olarak kabul görür. Fakat olur olmaz ortamda söylenen söz havada kalır.
Ağızdan çıkan sözün değeri, kişinin samimiyet derecesi ve farkındalık kabiliyetine göredir. Diyanet İşleri eski başkanlarından Ali Bardakoğlu’nun, “Dinin hükmü devam ediyor ama hikmeti kalmadı” sözü, bizim millet olarak ortak kavramlarımızın nasıl içinin boşaltıldığına veya anlamsızlaştırıldığına işarettir.
“Ben demokratım” fakat benim gibi düşünmeyenlere, “Ben dindarım” fakat benim gibi inanmayanlara, “Ben milliyetçiyim” fakat bizim partimden olmayanlara tahammülüm yoksa, demokratlık, dindarlık ve milliyetçilik gibi kavramların hikmeti kalmaz. Başka bir deyişle; cazibesini kaybeder, çünkü telaffuz edenin kendisi ya samimi değil ya da sözün taşıdığı değerden bihaberdir.
“Şehirli Derviş” romanımızdan bu konuyla bağlantılı geçen bir cümle:
„Bu gökkubbenin altında sözlerin en âlâsı binlerce defa dillendirildi. Maharet güzel sözler seslendirmekte değil, maharet; her güzel sözü eyleme dönüştürerek cazip hâle gelmesini sağlamaktır. Zira her güzel söz ancak güzel bir eylemle kıymetlenir.” Deyim yerindeyse, millet olarak sınıfta kaldığımız yer, tam da burasıdır: Eyleme dönüşmeyen, hayata geçirilmeyen doğru, güzel ve ideal sözlerimiz. Demek ki sözün değerlilik derecesi veya ağırlığı, ifade eden kişiye göre değişir.
Ağızdan çıkan kelimelere, kurulan cümlelere bakarak karşınızdaki kişi hakkında bir hükme varabilirsiniz. İdeolojik/siyasî görüşünden bağımsız olarak, bizim kültür coğrafyamızın insanı, hamaset nutukları atmayı bir maharet olarak kabul eder.
Sözün özünü en iyi anlata Derviş Yunus diyor ki:
“Söz ola kese savaşı
Söz ola kestire başı
Söz ola ağulu aşı
Yağ ile bal ede bir söz”
Şu güzel ülkede düşüncenin, inancın, mensubiyetin, hatta görünüşün farklısına bile tahammülü olmayanlar, “Farklılıklar zenginliğimizdir” deyiminin arkasına saklanırlar. İnandırıcılığını kaybeden bu sözün gerçeğe dönüşmesi için farklılıklarımızın kabul görmesi gerekir. Kendi yalanının arkasına sığınanların bu toplumda hâlâ itibar görmesi yüzünden dilde, düşüncede ve kültürde günden güne fakirleşiyoruz maalesef.