Elli yıllık yurtdışı tecrübemde, gelişmiş toplumların tartışarak ve sorgulayarak güçlendiklerini gördüm. Çünkü her tartışmadan yeni bir fikir, her sorgulamadan da doğru bilinen yanlış ortaya çıkar. Bir toplumda bir kesim sanki önceden sözleşmişçesine, koro hâlinde; “Bizden bir şey olmaz!” diye bir ses yükseliyor, diğer kesim de büyüklüğü geçmişte arıyorsa, o toplumda özgüven sorunu vardır. Böylesi bir toplumda dokunulmazlar, tabular ve önyargılar ilerlemede ayak bağıdır.
Geride bıraktığım aktif cemiyet hayatımda yol/dava arkadaşlarımla, toplumu aydınlatma noktasında bir türlü hemfikir olamadık. Ne zaman yeni bir şey söylesek; “Aman ha! Toplum buna hazır değil,” diye karşı çıktılar. Bu durum elli yıl önce böyleydi, şimdi de aynıdır.
Şimdi değilse ne zaman?
Toplum içine çıktığımda malından mülkünden, yazlığından kışlığından dem vuranlarla karşılaştığımda, oradan bir an önce uzaklaşmaya çalışıyorum. İnsanlığa ve insanlığımıza dair derdi, sözü ve ilgisi olanlarla da enine boyuna sohbet etmekten kendimi alamıyorum. Bazıları yeni bir söz duyduğunda kulaklarını açarken, bazıları da adeta kulaklarını tıkıyor. Bununla da kalmayıp, hiddetli ve şiddetli tepki gösteriyor. Ve arkamızdan hak etmediğimiz yakıştırmalar, karalamalar başlıyor.
Bazı dostlara serzenişte bulunduğumda; inceden inceye ikaz ediliyorum: Ben demedim mi bunlarla uğraşma diye! “Bunlar” dediği, kendilerini toplumun önde gidenleri olarak gören fakat hedefe giden yoldaki bariyer bunlar... Gerekçe de hazır: Toplum henüz buna hazır değil. Altmış yıl önce olduğu gibi... Kendi aramızda konuşurken, aynı konularda en az benim kadar diyecek sözü ve eleştirisi olanlar, “hadi sesli düşünelim,” dediğimizde, bize susmayı veya görmemezlikten gelmeyi telkin ve tavsiye ediyorlar. Elli yıl önce doğrularımızı en azından hitap ettiğimiz kesime söyleme cesaret ve feraseti gösterebilseydik, şimdi bunları konuşmuyor olacaktık ve toplum da şimdiki durumundan çok daha ileride olacaktı.
Kendimizle yüzleşmekten, kendimize ayna tutmaktan kaçınmamızın ve eleştirel düşünceye tahammülsüzlüğümüzün sonucu olarak iki çıkmazımız var. Bunlardan birincisi: “Bizden bir şey olmaz!” diyerek yenilgiyi, kendine olan güvensizliği ve teslimiyeti kabul edenler. İkincisi ise; “Büyük bir millet ve hak bir dinin mensubu olarak bizden daha mükemmeli yoktur,” noktasında abartılı bir özgüven sahibi kesim.
Hâl böyle olunca; zihniyet olarak maksimum ve minimum noktasında ya da ifrat ile tefrit arasında gidip geliyoruz toplum olarak. Yerlerde sürünmeyi baştan kabullenmiş birini ayağa kaldırmaya, bunu başarabileceğine inandırmaya çalışırken, ayakları yerden kesilen diğerinin de yerle temas etmesi için uğraşıyoruz.
Herkes için ahlâk
Meselâ, kendini “Dindar Müslüman” olarak görenlerin yazılı ve sözlü medyaya, sermayeye ve iktidara sahip oldukları bu ülkede, imam hatip okulları ve ilahiyat fakültelerinin, imamların ve camilerin fazlasıyla olduğu bir zamanda ahlâkî bir çöküntü içinde olduğumuzu, yolsuzluğun, adam kayırmacılığın, liyakatsizliğin baş alıp gitmesini nasıl izah etmek gerekir? Böylesi bir ortamda dindarlığımızı, din anlayışımızı ve samimiyet derecemizi sorgulamayalım mı?
Muhafazakâr zihniyetin hâkim olduğu ülkemizde ahlâkî arızanın sebebi; Amin Maalouf’un dediği gibi, bir dine mensup olunduğundan dolayı ahlâka ihtiyaç kalmadığından dolayı mı yoksa?
Erdemli aydınların öncülük ettiği toplumlar da erdemli olur. Herşeyin bir bedeli olduğu gibi, erdemli olmanın veya erdemli kalmanın da bir bedeli olmalı. Bedel ödemekten korktuğunuzda doğrularınızdan, ilkelerinizden taviz vermeye başlarsınız. Tavizkâr aydın kafa konforunun bozulmasını göze alamadığından sahtekârla yan yana oturmaktan arlanmaz.
Şimdi bunları bile bile daha nereye kadar susalım?