Dostlardan birisi anlattı: Aynı köyden iki arkadaş kahvede sohbet ediyorlarmış. Malum; kış aylarında köylünün bolca zamanı var. Biri diğerine; “Ah bir yaz gelse de atımınn mıhını senin çayıra çakıp otlatsam,” demiş. Diğeri, “Çakamazsın!” diye sert çıkış yapınca, arkadaşı da, “Çakarım ulan!” diye karşılık vermiş. Bir şakayla başlayan mıhlarım, mıhlayamazsın tartışması, sanki gerçek hayatta oluyormuş gibi algılanınca, iş çığırından çıkmış. At sahibi cebinden çıkardığı kalemi mıh çakar gibi masanın üzerine tutarak, “Ahan da çaktım!” diye adeta meydan okumuş. Arkadaşının bu meydana okumasına çok öfkelenin tarla sahibi belinden çıkardığı tabancayla adamı alnının çatından vurarak öldürmüş.
Bu hikâye beni “12 Eylül 1980” öncesine götürdü: Bir kesimin “sağcı” bir kesimin “solcu” olarak ikiye bölündüğümüz dönemlerde; genel hatlarıyla sağcılar “vatansever”, solcular da “yurtsever” olarak kendilerini adlandırırlardı. Her iki kesimin de uğruna verdiği kavga, doğup büyüdükleri topraklar olunca, vatanseverlerle yurtseverler karşı karşya gelirdi. Aslında bu toprakların bekçiliğine soyunan her iki kesim de, birbirini öldüre öldüre uğruna can verdikleri vatan topraklarını bekçisiz bıraktıklarını çok geç fark ettiler ne yazık ki!
Bunca badireye rağmen hâlâ bu trajediden yeterince ders çıkarıp ibret almamışız anlaşılan. Bazen yıllardan beri tanıdığımız ister “bizim gruptan” ister “karşı gruptan” insanlarla derinlemesine sohbet ettiğimizde, ideolojik hendeklerinden henüz çıkamamışlarla karşılaşıyoruz. Hâlâ, “Siz bir ilerici ve demokrat olarak, ötekilerle nasıl bir araya gelebilirsiniz?” veya “Siz vatansever bir dindar olarak, laik veya dinsiz olanlarla nasıl aynı masada buluşabilirsiniz?” türünden soruların muhatabı oluyorsak, dünkü düşünce kalıplarımızı kıramamış, tabularımızı yıkamamışız demektir.
Güven veremiyor, güven alamıyoruz
İnsanları birbirinden ayrıştıran çeşitli sebepler var. Bunların başında etnik köken, inanç farklılığı, siyasî görüş gibi etkenler gelir. Özellikle eğitimli kesimde, ayıp olmasın ya da modaya uymak adına herkes hoşgörülü, demokrat, zihninde yer etmiş ötekileri güya ötekileştirmeyen bir havanın estirildiğine bakmayın. Dünkü bildiklerine ilaveten yeni cümleler kuramayan, düşünce olarak kendini yenileyememiş kişi, karşıdakine güven vermediği gibi, onun güvenini de kazanamıyor. Yani, ne güvenen ne de güvenilen bir karakter.
Ne kadar bilgili olursa olsun, sahici/samimi olmayan insan güven telkin etmez. Karşılıklı bu güvensizlik sinyalleri yüzünden toplumumuzdaki dinî, siyasî ve etnik ayrılıklarda hedeflenen yakınlaşma bir türlü olmuyor. Şayet siz bu tıynettekilerin akledemeyecekleri kadar, binbir zahmetle de olsa, farklılıklardan oluşan birlikteliği ete kemiğe büründürmeyi başardıysanız, onlar kendilerinin içinde yer almadığı bu oluşumun bozulmasını sabırsızlıkla bekler. Güven vermedikleri için, karşıdakinin güvenini de kazanamayan bu güruh, kendilerinin haklı çıkacağı ve “ben demedim mi...” diye başlayan cümleler kuracakları günün bir an önce gelip çatması için avuçlarını ovarlar.
Kavgamız kendimizedir
Sabah akşam birbiriyle didişen bir toplumun etrafında olup bitenlere başını kaldırıp bakacak mecali olmaz. Kalkınmış milletler kendisiyle yüzleşerek bu mesafeyi alırken, biz kendimizle kavgalı olduğumuzdan hâlâ buralardayız. Yanıbaşımızdakinin açığını yakalamak için fırsat kolluyor, gözümüzü ondan ayırmadığımızdan dünyada olup bitenleri görmüyor, gelişmelere bigane kalıyoruz. Hâlbuki başımızı yüksek hedeflere doğru kaldırsak, mahalle kavgamız arkamızda kalır. Her yönüyle kalkınmış bir ülke olma yolunda kol kola girer, daha yaşanılır bir Türkiye için omuz omuza verir, ileri, hep ileri yürürüz de yürürüz.