Ah şu sokak hayvanları!... Derviş Yunus’un, “Yaratılanı severiz Yaratan’dan ötürü” sözünü diline dolayan, avazı çıktığı kadar haykıranların ülkesinde aç, susuz, bakımsız, başıboş sokak hayvanları...
Yaşamak için insanın yardımına, merhamet ve şefkatine muhtaç olan hayvanların kendi kaderine terk edildiği bir ülkede “insan sevgisi” ancak slogan seviyesinde kalır. Zaten günlük hayatta toplumun en tepesinden başlayarak en alt kesimine kadar yaşanan hır-gürlü hayatta sevgi ve hoşgörünün karşılığı yoktur.
Herkesin vatanseverlik yarışına girdiği bu ülkede yeşil alanlar, bağ-bahçe göz göre göre betonlaşıyor, çevre (doğa) bilinçsizce kirletiliyor, toprak zehirleniyor, doğadaki canlı türleri birer ikişer yok oluyorken, bu ülkenin vatandaşı olan herkes aynayı bir de kendisine tutmalıdır.
Bu toprağın (iddia sahibi) çocukları her türlü ideolojik saplantılardan sıyrılarak, artık kendilerine ait cümleler kurabilmeli; içi boşaltılmış, beylik sözlere itibar etmemelidirler. Karşıdakine de kendini ifade etmeye fırsat vermeyecek kadar çok konuşmayı bir maharet sayanların bu toplumda sayısı bir hayli fazla galiba... Bazen dinlemekten yoruluyoruz ama karşımızdaki konuşmaktan yorulmuyor. Çoğu kez geçmişi anlatırken, mevcut duruma veya yarına dair bir cümlesi dahi olmayanlarla geçirilen zamanı boşuna tüketmiş oluyoruz.
“Yeni bir şey söylemek lazım, cancağızım.” (C. Rumi)
Halkı kurtarıcı rolüne soyunmuş kürsüdeki hatip, devrim niteliğinde yeniliklerle gelen İslâm adına konuşan minberdeki hoca ve cümle “aydınlar” zümresi, yaşanan hayatta karşılık bulacak, yarınlarımızı aydınlığa çıkaracak ve yeni bir şey söylemeli!
Yeni bir şey söylemek için okumak, araştırmak ve düşünmek gerek. Yeni ve lüks bir araba sahip olmakla, en son model cep telefonu kullanmakla veya “rezidans”larda oturmakla yeni bir şey söylenmiyor. Hatta diplomalı veya akademik unvanlı olmak da yeni bir şey söylemek için yeterli değildir. Düşünce adına, keşifler, icatlar adına yeni bir şey söyleyenlerin, okuyan toplumlardan çıkmasının tek izahı, kitaptır.
Şu 150 bin nüfuslu üniversite şehri Iğdır’da doğru dürüst bir tane bile kitapçı olmaması esef vericidir. İlk emri “Oku!”yla başlayan, ehl-i kitap bir dine mensup olmanın yaşadığımız hayatta bir karşılığı olmuyorsa, kendimizle yüzleşmek gerekir.
Unutmayın; okuyan toplumlar, okumayan toplumların canına okur!
Gelişmiş toplumlar, tükettiğinden daha fazla katma değeri yüksek olan üretimini ihraç eder. Bizim gibi “gelişmekte olan” toplumlar da ürettiğinden daha fazlasını tüketir. Onun için onlar ihracat fazlası verirken, bizim gibi ülkelerin de bütçe açığı (ihracatın ithalatı karşılama oranı) bir türlü kapanmaz.
Her türlü fikre ve eleştiriye açık toplumun bünyesi sağlamdır. Kapalı ya da yarıkapalı toplumda özgüven eksikliği olduğundan, dışarıdan gelen her türlü fikrî yenilikten ve eleştiriden ürker, içine kapanır. Böylesi bir toplumda sorgulamak, eleştirmek yerine biat kültürü hâkimdir. Yeni bir şey söylemek veya haklı itirazda bulunmak, “itaasizlik” olarak karşılık görür ve ihanetlik suçlamasıyla yargılanır.
Bastırılmış kişiliklerin çoğunluğu teşkil ettiği toplum, huzursuzdur; her an patlamaya hazır bomba gibidir. Toplum hayatı kendini ayakta tutan kültürel değerleriyle devam ederken, kendi ayakları üzerinde durabilen ve mahalle baskısına maruz kalmadan, fert/kişi olarak kendini ifade edebilmeli, yeni bir söz söyleme cesareti gösterebilmeliyiz.