Yapımızdaki çatlakları, yarıkları sıvayarak kapatmakla, zihin dünyamızdaki arızaları tumturaklı sözlerle geçiştirmek arasında çok yakın bir bağ var: İşin temeline inmiyor, işi temelinden çözmüyoruz.
Üzerinde yaşadığımız vatan topraklarının jeolojik yapısıyla, bu toprağın üzerinde yaşayan insanların sosyo-ideolojik yapısı arasında da çok yakın benzerlikler var: Toplum olarak biz de tıpkı üzerinde yaşadığımız yer kabuğu tabakası gibi enerji yüklüyüz, bizim de fay hatlarımız var. Farklılıklarımızı güya “zenginlik” olarak gördüğümüzü söyleyen kendimizi bile buna inandıramadık. Hâl böyle olunca, farklılıklarımız kırılmalara ve kırgınlıklara dönüştü.
Sosyo-ideolojik deprem
Günlük siyasî konuları yazı malzemesi yapmak, bir yazar için en kolay yoldur. Düşünce üretmeye, yeni bir şey söylemeye gerek duymadan, siyaset dedikodusu yapmak, yazanın da konuşanın da severek başvurduğu bir yöntemdir. Mecbur olmadıkça bundan uzak durmaya ve bu yolu tercih etmemeye çalıştım.
Jeolojik depremin artçı sarsıntıları hem fizikî hem de sosyolojik anlamda devam ederken, özellikle siyaset ideolojisi açısından kayda değer kırılmalara, hatta ülkemizi için ilklere şahit oluyoruz. Son günlerdeki siyasî gelişmelerle ilgili görüşlerimi kaleme aldığım değerlendirmede, genellikle “bizim mahalle”li okuyucuların itirazına cevaben şöyle demiştim: Demokrasinin olmazsa olmazı, iktidara muhalif siyasî partilerdir. Güçlü muhalefet, güçlü demokrasi demektir. Derler ki, Müslüman ülke, Müslüman olmayanların da güvende olduğu ülkenin adıdır. Demokrasi ülkesi de, farklı siyasî görüşlere hayat hakkı tanınan ülkedir. Türk demokrasisi maalesef müesseseler/kurumlar bazında değil de, siyasî kimlik sahibi şahıslar bazında şekillendiğinden, ağır-aksak ilerliyor.
Son günlerde siyaset dünyasındaki çalkantılar, gel-gitler bir kesimin beklentilerine uygun gelişme gösterdiğinde alkışlar, övgülerle karşılık bulunurken, bunun tersi bir durum ortaya çıktığında ise, Soğuk Savaş dönemine ait önyargılı çıkışlar ve ideolojik kusmaların ardı arkası kesilmedi maalesef... Bu durumun okuması şöyledir: Demek ki, toplumda öteden beri var olan bu sosyolojik yarılmaların üzerini sadece sıvayıp geçmişiz. Şimdi ise, sanki “Şehirli Derviş”teki kurgumuz gerçekleşecekmişçesine, söz konusu Türkiye olunca, çok farklı siyasî taraflar ortak noktada buluşup, ortak bir yol tayin edebiliyorlar. Bu yeni oluşum, siyasî aidiyetinden ve dünya görüşünden bağımsız olarak, en vatansever, en muhfazakâr, en (sosyal) demokrat ve de en Atatürkçü/laik her insanın şiddetle arzuladığı bir Türkiye tablosu olmalıdır!
Bazılarına göre, karşıt görüşlü olsa da, bu ülkenin idaresine talip olan evlatlarına sahip çıkılmalı ve diğerlerine tanınan "kredi" onlara da verilmelidir! 21. Yüzyıl Türkiye’sine yakışan budur. Ve bu temenni, tekraren diyorum ki; memleketini, milletini seven her milliyetçi, Müslüman ve de özgür düşünceye inanan, demokrat, halkçı ve laik her Türk vatandaşı için geçerli olmalıdır.
Ve düşünce dünyamızda karşılık bulması gereken iki ilke:
-Farklı siyasî/ideolojik görüşlere yaşama hakkı verilen rejimin adı demokrasi,
-Farklı dinî görüşlere yaşama hakkı tanınan ülkenin adı da “Müslüman Ülke”dir.
Güçlü ekip mi lider mi?
Zaman zaman yazılarımda ifade etiğim, “az gelişmiş, zayıf toplumlar kurtuluşu güçlü liderde arar” sözü, bana ait olmaktan ziyade, bir sosyolojik tespittir. Bunun için bizim kültür coğrafyamıza bakmak yeterlidir. Demokrasinin kökleştiği, gelişmiş ülkelerdeki mevcut durumu anlayabilmek ve kendi ülkemizle kıyaslayabilmek için şu ülkelere bakmak yeterlidir:
-Avusturya'nın bir önceki Başbakanı Sebastian Kurz (doğ. tarihi: 1986), Fransa'nın şimdiki Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron (doğ. tarihi: 1977) karizmatik/güçlü lider olduklarından dolayı değil, yeni bir söylem ve plan-programla seçim kazandılar.
-Çoğu zaman liderinin (zaten eşbaşkanlarla temsil ediliyor) bile kim olduğu pek bilinmeyen veya önemsenmeyen, Almanya'nın Yeşiller hareketi (Die Grünen/Bündnis 90) iklim değişikliği, çevre kirliliği ve yenilenebilir enerji gibi konuları parti kimliği hâline getirdiklerinden dolayı şimdiki başarı grafiğini yakaladılar, yoksa karizmatik/güçlü liderleri olduğundan değil!
-Bizim "güçlü lider" tarifi ve beklentisine hiç uymayan sessiz-sakin, güçlü retoriği olmayan Başbakan Olaf Scholz gibi birisi bizim ülkede olsa, "bundan lider olmaz!" deyip geçerlerdi ama demokrasinin müesseseleştiği Almanya'da kişiye değil vizyonuna bakılır.
Şimdi her aklıselim vatandaşın, kafasını iki eli arasına alıp düşünme ve bugünkü Türkiye gerçeğini yansıtmayan düşüncelerini reforme etme, yenileme zamanıdır!