Alman Filozof Oswald Spengler’in, “Batı’nın Çöküşü (Untergang des Abendlandes)” adlı dünyaca meşhur iki ciltlik kitabı, 1918 ve 1922 yıllarında yayımlandı. Yani o günden bugüne yüz yıldan fazla bir zaman geçmiş. Fransız tarihçi Emmanuel Todd, 1976 yılında Sovyetler Birliği’nin çökeceğini öngörmesiyle isim yapmış bir yazar. Bugünlerde E. Todd’un, “Batı Düşüşte (Der Westen im Niedergang)” veya “Batı’nın Çöküşü” olarak Almanca’dan Türkçe’ye tercüme edebileceğimiz kitabı ve benzeri kitaplar, Batı dünyası için kaçınılmaz sonun habercisi niteliğindedir.
Batı’nın Rusya karşısında Ukrayna’daki hezimeti zaten bir vakıadır diyen E. Todd, “Batı’nın düşüşü, Rusya’nın zaferiyle değil, ABD’nin içten çöküşü neticesinde olacaktır. (Der Westen im Niedergang, s.12)” Batı düşüşe geçmişken, Çin ve Hindistan gibi yeni güçler ortaya çıkmaya başlıyor. Batı, bütün imkânlarını kullanmasına rağmen Rusya’ya diz çöktürtemedi. Ozon tabakası delindi, buzullar eriyor, iklim değişikliği, kuraklık ve seller, bir ülkeden diğerine, bir kıtadan diğerine insan göçleri ve yerli toplumların ırkçılığa varan düşmanlığı… Bu da yetmezmiş gibi bir de Trump belasıyla karşı karşıya kalmış bir dünyadayız. Hülasa dünyanın önde gelen düşünür, akademisyen ve entelektüel kesiminden insanlığın geleceğine dair ümitvar görüş beyan eden yok gibi.
Peki, bütün bunlar olup biterken bizim gündemimizde ne var?
Neredeyse İkinci Aydınlanma dönemini tamamlamış toplumların düşünürleri Üçüncü Aydınlanma üzerine fikir yürütürken biz bu aydınlanmanın neresindeyiz veya bizim gündemimizde ne var? Şayet Batı dünyasında öngörülen çöküş gerçekleşirse, hemen her şeyiyle Batı’nın bir parçası hâline gelmiş Türkiye bu durumdan nasıl etkilenir?
Gazete sayfalarına, yerden pıtrak gibi biten televizyon kanallarına baktığınızda; köpürtülmüş başlıklarla günübirlik değişen ülke gündemini anlamış olursunuz. Bizde siyaset, toplumu kaynaştırma yerine ayrıştırma üzerine kurulduğundan, farklı kesimlerin fikir ve değerler bazında geçişkenliği ağır aksak gidiyor. Merhum A. Türkeş, Nazım Hikmet’in şiirini ilk defa 1994 yılında parti kongresinde okuması, bu yönde bir dönüm noktası oldu. O güne kadar Nazım Hikmet’in şiirini ağzına almayan kesim, “Bu memleket bizim” şiiri kadar şairine de sahiplenmeye başladı. Karşı taraf da meselâ, Necip Fazıl’ın “Sakarya” şiirini sahiplenmiş olsaydı, iki farklı kutup arasındaki köprülerin temeli atılmış olacaktı.
Alın size bir aydınlanmış toplum örneği: Bu yazının kaleme alındığı günlerde Almanya genel seçimlerinin ardından Hıristiyan Birlik Partileri CDU/CSU ile Almanya Sosyal Demokrat Partisi SPD arasında “büyük koalisyon” görüşmeleri yapılıyor. Söz konusu ülke çıkarları olunca, iki ezeli rakip partiler, anlaşarak hükümet kurabiliyorlar. Bunu benzeri bir durum; AKP ile CHP’nin koalisyona gitmesidir. Bizde böylesi bir ortaklık olur mu? Mevcut şartlarda mümkün değil! Diğer taraftan, Edip Akbayram’ın vefatının ardından, onun bir şarkısıyla grup toplantısına giren İYİ Parti’nin bu hareketini takdir etmek lazım.
Sen benim sol’um, ben senin sağ’ınım
Cami minberinden, “Aleviler bizim kardeşimizdir, herkesin ibadeti kendine,” ve Cemevi’nden de, “Sünniler bizim kardeşimizdir,” denmiş olsa ve demekle de kalmayıp her iki taraf da bunun gereğini yapsa, toplum dayanışma ve kenetlenmesinin en güzel örneğini göstermiş olacağız. Şayet taraflar arasında bu geçişkenlik sağlanabilirse, o zaman ben senin Alevi’n, sen de benim Sünni’m olursun.
Aydınlanmış toplumlarda olduğu gibi, farklı kesimler arasındaki fikir ve değerler bazında geçişkenliğin neticesi olarak, sen benim Kürt’üm, ben senin Türk’ün olurum. Yolsuzlukları ortaya çıkaran, toplumdaki çürümüşlüğü deşifre eden, mazlumun sesini duyuran gazeteci, yazar veya politikacı benim sağ’ımda ya da sol’umda yer almış olabilir. Dürüst, ilkeli ve haktan yana solcu’yu sağcı ve sağcı’yı da solcu alkışlayabilmeli, onunla dayanışma içinde olabilmelidir.
Yer yerinden oynadığı dünyada, kendimize bir sağdan bir soldan çelme atmayı bırakıp, bir sağdan bir soldan kendimizi ilmek ilmek örme zamanıdır.