Yaşlı bir Alman ceketini sırtına atmış parktaki ıhlamur ağacının dallarına bakıyordu. Yanına vardığımda sanki eski bir dostuymuşum gibi parmağıyla daldaki kuşu gösterdi.
"Bakınız, artık baştankara kuşları geri gelmiş. Bu bahar geldi demektir."
Gülümsedim. Bu sabah erkenden ben de evimizin bahçesinde baştankara kuşlarının ötüşlerini duymuştum. Daha güneş doğmadan "tii çer tii çeer" diye ötmeye başlamışlardı. Bu kuşlar akşama doğru ise daha farklı öterler. Ne demek isterlerse "kiz biik kiz biik" diye bağrışırlar.
Bahar geldi diye sevinen Alman seksen yaşlarındaydı ama dinçti. Belli ki parka çok erken gelmişti. Emekli Almanlar en geç saat beşte uyanır, kahvelerini içer, kendilerini dışarı atarlar. Çoğu sağlıklı ve atletik yapılıdırlar. Bu Almanın da incecik bir bedeni ve sağlıklı bir yüzü vardı. Yanında durmuş onu izliyordum. İlerideki çam ağacında başka bir kuş ötüşü duyunca o yöne baktı.
"İlk baştankara kuşları gelir. Ardında da ispinozlar...Onları ağaçkakan ve kartavuklar takip eder. Hava tam ısındığında ise artık turnalar, yaban kazları geriye dönerler."
O kuşlarla ilgili bilgi verdikçe ben sesimi çıkarmadan onu dinliyordum. Belli ki tabiatla iç içe bir adamdı.
Her sabah bir saatlik yürüyüşüm için bu parka gelirdim. Park 19. yüzyıldan kalma bir mezarlıktı. Zamanla mezar taşları oradan kalkınca burası kocaman ağaçların gölgelediği bir gezi parkına dönmüştü. Ama her yürüyüşümde ya bir ağaca yaslanmış ya da otların arasında kalmış bir taşa rastlıyor ve taşın üzerindeki kabartmaları veya yazıları çözmeye çalışıyordum. Alman kuşlara bakmaya devam ederken ben etrafa bakıyordum O sıra gözüme üzerinde bir kabartma olan bir taş ilişti. Taşın üst tarafı eksikti. Yarısı toprağa gömülmüştü. Bana bakan yüzünde parmakları birbirine geçmiş iki el görünüyordu. Taşa daha da yaklaştım. Alman da gözlerini kuşlardan alarak bana bakmaya başladı.
"Eski bir mezar taşı," dedim. Kafasını salladı. Taşı daha yakından görmek için yanıma geldi.
"Bunlar ya nişanlı ya da iki aşık çiftlermiş", dedi. Soru dolu gözlerle yüzüne bakınca mavi gözlerini kıstı, acı acı gülümsedi:
"Bak bir elde yüzük var. Belki de nişan yüzüğüdür. Birisi erken ölünce öbürü de elini ona uzatmış ve "öbür dünyada da beraber olacağız", demiş."
İsimsiz ve adeta kaybolmuş bir taş bize ölüm ve ayrılığı hatırlatmıştı. Etrafta öten kuşları duymaz olmuştuk. İkimiz de hüzünlendik. İki ayrı halkın insanı olsak da ölüm ve ayrılık karşısında aciz ve hassastık. Sadece el selamıyla ayrıldık birbirimizden. Yorgun adımlarla eve doğru yürüdüm. Gece yarısına kadar haber kanallarından taşan savaş, kurşun ve ölüm sesleri bütün gece uyutmamıştı. Her gözlerimi kapattığımda gözlerimin önünde korkudan gözleri büyümüş Ukraynalı çocuklar beliriyordu. Kızgın ve hırslı politikacıların hatalarının bedelini çocuklar ödüyordu. Oysa herkes sadece iki kabartma el kalmış o sahipsiz taşın altındaki ölüler gibi yok olup gidecekti.
Bütün Avrupa'yı saran Rus düşmanlığı savaşı durumu daha da karmaşık hale getirdi. Dostoyevski'nin karısı Anna Dostoyevski hatıralarında, 1800'lü yılların sonlarına doğru Almanya'da bazı pansiyon ve kahvelerin kapısında "Buraya Rus ve köpek giremez," diye yazılar yazıldığını anlatıyordu. Bu söz ne kadar doğrudur bilmiyorum ama Ukrayna savaşından sonra Avrupa'da Rus düşmanlığı en üst seviyesindedir, diyebilirim. Televizyon kanalları sürekli Putin'in nasıl iktidara yükseldiği ve onun psikolojisi hakkında peş peşe belgeseller yayınlıyorlar. Rusya Ukrayna da kazansa da halk olarak bütün dünyada itibarını yitirdi. Belli ki Rusya'nın bitip tükenmez iştahı, Batı'nın kaypak ve yalancı politikaları bitmedikçe bu trajediler daha çok yaşanacak.
Trenler Avrupa'nın içlerine mülteci taşıdıkça insanlar savaşı daha yakından, hatta içlerinde hissediyorlar. Bazı şehirlerde Ukrayna'dan gelen Azerbaycan kökenli mültecilere bizimkilerin sahip çıktıklarını, evlerinde ağırladıklarını duydukça ve gördükçe gözlerim doluyor. Demek ki bu insanlar bunca yıldır Avrupa'da yabancılaşmadılar ve hâlâ içlerinde vatanı yaşatmaya devam ediyorlar.
Uzun süredir giyaben tanıdığım ve severek yazılarını okuduğum tarihçi Muhammed İsrafiloğlu ve ailesi de bir süre Brovarı'da sığınaklarda yaşadıktan sonra Almanya'ya geldiler. Onun artık mülteci olduğunu Hüseyin Cavid'in bir şiirini yayınlamasından anladım.
"ŞƏRHSIZ...
Örtünmə, dur! Kimsən, nerəlisən sən,
Gözəl qaçqın, başı bəlalı qaçqın!..
Aman, nə oldu ki, sən böylə düşdün
Yurdundan, elindən aralı qaçqın!"
Şükür ki Putin'in insafsız bombalarından sağ salim kurtulan Muhammed Bey ve ailesi önce Bielefeld'e, oradan da Herford'a geldiler. İnşallah daha turnalar gelmeden onunla görüşeceğiz ve baharın çiçeklerini beraber koklayacağız.