Bazı anlar vardır ki hayatınıza dokunur ve aradan yıllar geçse de unutulmaz. Bazen küçük bir dokunuş, iyi niyetle söylenmiş birkaç cümle ya da zamanında verilen bir destek, bir insanın kaderini değiştirebilir. Bu yazımda, böyle bir hikâyeden, Zübeyde’nin hikâyesinden bahsetmek istiyorum.
Tarihini tam hatırlamasam da, tahminen 2004 yılıydı. Iğdır TV’de çalışıyordum. O dönemde kanal ciddi gelir sıkıntısı yaşıyor, yayını ise oldukça zayıf kalıyordu. Daha çok radyo yayınıyla Iğdır halkına sesleniyorduk. Dar imkânlara rağmen, amatör bir ruh ve büyük bir heyecanla günümüzü geçiriyor, programlar hazırlıyorduk.
Bir gün, yayınlarımızı daha kaliteli hale getirmek amacıyla yeni ekip arkadaşları aramaya başladık. Duyurular yaptık, gelenlerle görüştük ama çoğu koşullarımızı kabul etmedi. Derken, genç bir kız geldi. Mütevazı şartlarımızı hiç tereddüt etmeden kabul etti ve işe başladı. Hem işini layıkıyla yapıyor, hem de bize çeşitli önerilerde bulunuyordu. Bu öneriler yalnızca mantıklı değil, aynı zamanda vizyonerdi. Genç yaşına ve zorlu şartlara rağmen sorumluluk alması ve kendini geliştirmeye çalışması dikkatimi çekmişti.
Eğitim durumunu sorduğumda, ilkokul mezunu olduğunu söyledi. Şaşırmıştım. “Neden baban seni okutmadı?” diye sordum. Hatta babasını tanımak istediğimi söyledim. Birkaç gün sonra babası geldi. Adının Yaşar olduğunu söyledi. Ona dönüp, “Bu kızı neden okutmadın? Bu kızın okumasını engellediğin için zamanla pişmanlık duymayacak mısın?” diye sormuştum. Belki biraz sertti, ama içimden geçenleri söyledim. Hatta espriyle karışık, “Eğer okutmayacaksanız bana verin, benim evladım olsun,” demiştim. O dönem Zübeyde, dışarıdan okumayı düşündüğünü söylemişti. Ancak o günlerden sonra yollarımız ayrıldı. Iğdır TV’den ayrıldım ve yoğun gazetecilik hayatı içinde Zübeyde’nin ne yaptığını, ne ettiğini bilemedim.
Yıllar geçse de Zübeyde’nin içimde bir yeri hep vardı. Onun okuyamaması, potansiyelinin heba olması beni zaman zaman düşündürür, hatta üzerdi. Ta ki geçen gün Iğdır Kitap Fuarı’na gidene kadar...
Amacım, Güven Gazetesi yazarlarımızdan Doç. Dr. Suna Altan’ın “Iğdır’ın Tarım Tarihi” sunumunu izlemekti. Suna Hoca’yı ararken genç bir kadın yanıma yaklaştı: “İsmail abi!” dedi ve boynuma sarıldı. Tanıdık geldi ama bir anda çıkaramadım. “Abi beni tanımadın mı?” deyince dikkatlice baktım: “Aaa, sen Zübeyde’sin!” dedim. O an kelimeler boğazımda düğümlendi.
Zübeyde o yıllardan sonra söylediklerimi kulağına küpe etmiş, azmetmiş. Önce ortaokulu, ardından liseyi dışarıdan bitirmiş. Üniversite sınavına girip fen-edebiyat fakültesini kazanmış. Mezun olmuş, öğretmen olmuş. Şu an bir okulda görev yapıyor ve aynı zamanda Iğdır Üniversitesi’nde yüksek lisans öğrencisi. Daha da ilginci, Suna Altan Hoca’nın öğrencisiymiş. Tüm bunları duyunca gözlerim doldu. O yıllardaki bir sohbetin böyle meyve verdiğini görmek, tarif edilemez bir mutluluktu.
Zübeyde bana geçmişi hatırlattı, söylediklerimi tekrar etti. Babasına yönelik sözlerimi gülümseyerek andı. Ve o an bir kez daha düşündüm: İnsan bazen bir iyilik yapar ama neye vesile olduğunu fark edemez. Önemli olan, niyetin temiz, yüreğin samimi olmasıdır. Eğer bu ülkede her bireye okuma, kendini geliştirme ve meslek sahibi olma imkânı tanırsak; gelecekten korkmamıza, ülkemiz adına umutsuzluğa kapılmamıza gerek kalmaz.
Eğitim, bir toplumun en temel yapı taşıdır. Zübeyde’nin hikâyesi bize bunu bir kez daha gösteriyor. Bu ülkenin asıl zenginliği toprağında değil; yetiştirdiği insanlardadır. O yüzden her çocuğun eğitim hakkı kutsaldır. Ona destek olan, yol gösteren herkes de bu kutsallığın bir parçasıdır.
Bugün Zübeyde ile bir kez daha umutlandım. Ve bu umut bana yeniden şunu fısıldadı:
Doğru yoldan sapma, doğru olanı yap; çünkü bir insanın hayatına dokunmak, dünyayı değiştirmek gibidir.