Yaşlarımızın küçük, sevgilerimizin çok büyük olduğu o güzel yıllara…
Muhabbetin, paylaşmanın, dostluğun, sevgi ve saygının üst düzeyde olduğu yıllara..
Oruç tutmanın sadece aç ve susuz kalmaktan ibaret olmadığı, sofraların paylaşılarak bereketlendiği,
acıların, yokluğun paylaşılarak azaltıldığı yıllara…
Kapıya gelenin kalbi kırılarak boş gönderilmediği, elinden gelip, gücünün yettiği kadarıyla memnun edildiği yıllara..
Yapılan yardımların onur kırılmadan, reklam yapılmadan sessiz sedasız yapıldığı yıllara…
Sağ elin verdiğini, sol elin bilmemesi gerektiği, hassasiyetinin ön planda tutulduğu yıllara..
Dostun akrabanın “ Bir tabakta benim için masaya koy” demeden, yerinin zaten hazır olduğunu bilerek çat kapı gidebildiği yıllara…
“Allah heç bir evi gonağsız elemesin” duasıyla, ‘gonağın’ misafirin baş tacı edildiği yıllara..
İftar sofralarının, paylaşılarak, bereketine bereket, lezzetine lezzet katıldığı yıllara…
Teknolojinin yok denecek kadar az olduğu, buna rağmen eli öpülesi annelerimizin, emektar kadınlarımızın adeta yoktan var ederek, ellerindeki imkanlarla harikalar yaratıkları yıllara...
Yemekleri odun ateşinde, eğer kış ise sobanın üzerinde ve gaz ocaklarında pişirildiği yıllara…
Duvardaki gaz lambasının gereğinde ihtiyaç( Elektirikler kısıtlı veriliyor ve sık sık kesintiye uğruyordu),
lüks lambasının( löküz) lüks sayıldığı yıllara…
O yıllardaki Ramazan aylarımız, o günlere dair Ramazan anılarımız….
Paylaştığımız güzellikler, dostluklar ve aynı zamanda karşılaşılan zorluklar…
Ramazan hazırlıkları, şimdi olduğu gibi o günlerde de çok önceden başlardı.
Ramazan yufkaları yapılır, erişteler kesilir, kavurmalar küplerde, çinko kovalarda yerini alırdı.
Erzak gözden geçirilir, herkes gücüne göre noksanlarını tamamlardı.
( İhtiyacı olanlar da tesbit edilir, herkes karınca kararınca yardımını yapardı)
Küpler dolusu turşularda çoktan hazırlanmış olurdu.
Tabii ki kış ve yaz aylarının hazırlıkları farklı olurdu.
Genellikle hazırlıklar yardımlaşmayla yapılırdı.
Annelerimiz, büyüklerimiz bu hazırlıkları yaparken, biz çocuklar da heyecanla Ramazanın gelmesini bekler, çeşitli hayaller kurarak,arkadaşlarımızla paylaşırdık.
“ Mende oruç tutacam “
“ Mende oruç tutacam “ diye büyüklerimizin, bizim deyimimizle “Abırını tökerdik”( Çileden çıkarırdık)
“ Yox sen hele uşağsan”
“ Mehtebe gedirsen” diye aldığımız cevaplarda yaygarayı basmamıza sebep olurdu.
Çoğunlukla da
“ Tehne tabağ orucu tutarsan “
deyip geçiştirilirlerdi.
Bazan da büyükler teşvik ederlerdi, oruç tutmaya
Bilhassa tatil günlerinde;
“ Bay maşallah balama, tuttuğun orucu dedeye ( ölmüş olan) hediye ele”
diyerek para verenlerde olurdu( harçlık).
“Sen uşağsan senin tuttuğun oruç, bizimkinnen daha sevaptı”
der, çeşitli vaatlerde de bulunurlardı.
Tabiiki neden oruç tutmamız gerektiği, orucun fiziksel ve ruhsal yönden bize faydalarını da genellikle babalar anlatılırdı.
Ayrıca paylaşmanın önemini , aç olanın halinden anlayıp yardım etmemiz gerektiği;
düşkünün elinden tutmamızı, yapılan yardımların gizli kalmasının önemi anlatırlardı.
Oruç ve yardımlaşma ile ilgili sorduğumuz sorulara da sabırla cevap verilirdi.
‘OBAŞ ‘ ( Sahur)
İlk sahura kalkılacağı gün heyecandan yerimizde duramaz;
- Men de oruç yutacam.
- Meni de obaşa galdırın, diye sıkı sıkı tembih eder, uyumaya çalışırdık.
Tabii uyuyabilirsek.
Genellikle, Obaşa-sahura ilk kalkan enneler olurdu.
Gaz ocağı yakılır, ‘obaşın ‘ olmazsa olmazı çay demlenirdi.
(Gaz ocağının kokusunu duyar gibi oluyorum)
Büyük bir telaş içinde sofra hazırlanır,
obaşta-sahurda yenecek yiyecekler sofrada yerini alırdı..
Obaşta; gün içinde susatmayacak ama tok tutacak yiyeceklerin hazırlanmasına çok özen gösterilirdi.
Tabii ki bildiğiniz gibi bu, yaz ve kış aylarına göre farklı olurdu.
O zamanlar aile büyükleri de çoğunlukla birlikte yaşarlardı.
Neneler, dedeler…
Bu aileden aileye göre değişirdi.
Aynı evin içinde de yaşayanlar olduğu gibi, aynı bahçede farklı evlerde de yaşayanlar olurdu.
Her halükarda obaş- sahur beraber yapılırdı, keza iftarda da öyle.
Evde nene varsa, kalkar, tesbihini çeker, içinden dualar ederek sofranın hazır olmasını beklerdi.
Evin genç kızları, gelinleri de varsa onlarda yardımlaşarak sofrayı hazırlarlardı.
Tüm ev halkı neşe içinde ilk sahurlarını yaparken, çocuklar da uyanmış olur, bazıları hemen yaygarayı basardı
—Meni niye obaşa galdırmadıyız?
Oradan büyük annenin ( Nene) sesi duyulurdu.( Büyükler varsa anne baba sessiz kalırlardı)
—Be menim balamı niye galdırmıyıpsıyız?
—Balam da tehne tabağ orucu tutacağ, der, torunu yanına çekerdi.
— Allaha çoğ şükür balam da yekelip, oruç tutur, diye babanın sesi duyulurdu.
Bu gibi muhabbetler eşliğinde yemekler yenir, çaylar içilirdi.
—Tez eleyin, indi ezen oxunacağ.
— İndi su içebilereeem? diyen çocuk telaşlanırdı.
— Heye için gedin tişiyizi yıxayın ( fırçalayın)
Herkes içebildiği kadar suyunu içer,büyüklerin eşliğinde o günkü günün orucu için niyet edilirdi.
Çocuklar hemen yataklarına koşarken, büyükler sohbetler ederek sabah ezanının okunmasını beklerlerdi.
Sabah namazı kılındıktan sonra uyumaya çalışsalarda, çoğu yine erkenden kalkmak zorundaydı.
Kışın çilesi ayrıydı, yazın çilesi ayrıydı.
Ama emektar annelerimiz gayretleriyle, yaşadıkları zorlukları çile olmaktan çıkarıp, emekleriyle güzelleştirmeyi beceriyorlardı.
Kışın, ağızları oruçlu, soğuk kış şartlarında olağan üstü çaba sarf ederek, hiç bir şeyi eksik etmemeye gayret ederlerdi.
Yazın ; hele tarlada, ağır işlerde, inşaatlarda çalışanlar için oruç tutmak çok zor oluyordu.
Ama her türlü zorluğa, sıcağa karşı verdikleri mücadeleye rağmen oruçlarını tutar, eve gelip, tandırı yakıp, ekmeğini, yemeğini pişirir, iftar sofrasını özenle hazır etmeyi de ihmal etmezlerdi.
Ama bunun yanında tarlaya gitmek zorunda olmayıp, evinde, ev işlerini yaptıktan sonra öğlen uykusunu da ihmal etmeğenler şanslı sayılırdı.
Erkekler içinde durum farklı değildi.
Tarlada çalışanlar, kadınlarıyla beraber aynı zorlukları yaşarlardı.
Büyüklerimizin anlattıklarına kulak misafiri oluyorduk.
Kıyafetleriyle tarla kenarından geçen arxa( dere ) girenler,
Islak kıyafetleriyle çalışmaya devam ederek hem serinlemeye, hemde de susuzluklarını biraz olsun dindirmeye çalışanlar da az değilmiş.
Bu olayları büyüklerimizden dinler, ne kadar zor şartlarda oruç tuttuklarını, düşünür, kendimizi şanslı sayardık.
Biz çocukların en büyük zevkimiz iftarlıklarımızı alıp, akşama hazırlamak olurdu.
Mahalle bakkalımız rahmetli Geni emi,
Gurban emi ,
Bayram emi çocukların uğrak yeriydi.
Küçük siyah hurmalar vardı, alır küllaha doldurup iftara saklardık.
Bu arada kısa bir ara vererek bir anımı paylaşmak istiyorum.
İlk okula yeni başlamıştım.
Deprem olduğundan 12 Kasım ilkokulunda başlamıştım( Aslında İnönü ilk okulunda başlamam gerekiyordu)
Ramazandı, bende oruç tutacağım, diye tutturdum.
Israrıma dayanamayan ailem “Tamam “ dediler.
Okula gittim.
Okulun bahçe kapısının yakınında patlamış mısır satıyorlardı.
Gittim aldım, çantama koydum.
Tabiiki iftarlık olarak alıştım.
Biraz da önlüğümün cebine doldurdum.
Sonra okulun arka tarafına geçtim. Etrafıma baktım kimse yoktu, iki tane patlamış mısırı ağzıma attım.
Nasıl olsa kimse görmedi, orucum bozulmadı, diye düşünürken, zil çaldı.
Ve aynı anda okulumuzda müstahdem ( hademe) olarak çalışan rahmetli Fettah eminin sesini duydum.
— Ay gız zil çaldı, tez sınıfıyla gaç
— Gedirem, dedim ve tabana kuvvet sınıfa.
Ders bitti.
Okul uzak olduğu için rahmetli amcam beni faytonla alıp eve götürüyordu.
Baktım, amcam gelmişti.
Çantamı aldı
— Maşallah gızıma oruç tutup, dedi, Faytoncu amcaya.
—Ay maşallah maşallah, diyen faytoncu amcayla sohbete başladılar.
Ben de, orucumun bozulduğunun farkında olmadan,
oruç tutmanın mutluluğuyla etrafı seyrediyorum.
Eve geldik
Nenem, beni kapıda karşıladı.
Ödevimi de yaptırmadı.
— Başıyı goy birez yat, iftardan sonra yaparsan, dedi.
Ben hala orucumun bozulduğunun farkında değilim.
İftarı heyecanla bekledik.
O zamanlar iftar topu atılıyordu ve canavar düdüğü dediğimiz, bu günkü adıyla ‘siren ‘çalyordu.
Ezanın sesi tam duyulmadığından, iftar topu veya canavar düdüğü( siren) sabırsızlıkla beklenirdi.
O günde öyle oldu.
İftar edildi.
Tabii ben hiç bir şey söylemedim, nasıl olsa kimse görmediği için orucum bozulmamıştı, diye düşündüm.
İftardan sonra radyodan ajans dinlenmeden geçilmezdi.
Camiye gidenler, camiye giderlerdi.
Diğerleri evde namazlarını kılarlardı.
Sonra oturmaya gelen akrabalarla çay içip sohbetler ederken dinledikleri haberleri, Iğdırdaki günlük olayları da konuşurlardı.
Bu sohbetler gece yarısına kadar devam ederdi.
Bazan da obaşa doğru herkes evine giderdi.
Uzun kış gecelerinde problem olmazdı ama gündüzden yorgun düşen anneler için biraz zor olurdu.
Hem oruç, hem o kadar işin üstesinden gel, hem misafir ağırla…zordu
Ama hiç yakınmaz, güler yüzlerini asla eksik etmezlerdi.
Zaten misafir de eksik olmazdı.
Yaz ayları ise daha farklı olurdu.
Havanın sıcağına eklenen günün yorgunluğu, herkesi etkilerdi, en çok da susuzluk.
Yine de iftar yemeklerini severek hazırlar, eş dost ile birlikte iftar yapmaktan büyük bir mutluluk duyarlardı.
Komşular pişirdikleri özel yemeklerden, tatlılardan birbirlerine pay göndermeyi de ihmal etmezlerdi.
İftardan sonra, genellikle gecenin serininde birlikte oturularak ‘obaşa - sahura ‘ kadar muhabbetler, dualar ederek, beklerlerdi.
Bu sohbetleri bahçelerde toplanarak, Semaver çayı eşliğinde de yapanlar çoktu.
Obaşa doğru herkes evine giderdi.
Tabiiki iftardan sonra kahveye gidip arkadaşlarıyla sohbetler ederek obaşı bekleyenler de yok değildi.
Kahveler dolup taşardı.
Gençler de kendi aralarında vakit geçirerek ‘obaş’ -sahur yemeklerini yedikten sonra uyurlardı.
Tabiiki işe gidenler bizim tabirimizle “Gözlerinin acısını alıp” işe giderlerdi.
Çocuklarda büyük bahçelerde gönüllerince oynayarak, vaktin nasıl geçtiğinin farkına varmazlardı.
Can dostlar;
Yuvalarınızdan Ramazan bereketi, yüreğinizden huzur, hiç eksilmesin.
Sağlık, güzellik, mutluluk, gönül huzuru ve ağız tadıyla geçireceğiniz nice nice Ramazanlar diliyorum.
Sağlıkla kalın, sevgiyle kalın, ağız tadıyla kalın.