Cefakar, vefakar, emektar; alın terinin oluk oluk aktığı,yazın yakıcı sıcağına, kışın donduran soğuğuna karışı verilen mücadeleler.
Bunun yanında da yardımlaşmanın, paylaşımın, hoşgörünün, saygının, sevginin, misafirperverliğin ve fedakarlığın üst düzeyde olduğu….KÖYLERİMİZ
Şimdi her şeyin şaka gibi, oyun gibi geldiği çocukluk yıllarımız ve takibindeki yıllara denk gelen, çoğunuzun da dolu dolu anılarının bulunduğu köyleremizdeki yaşanmışlıkları beraberce hatırlamak ve hatırlatmak istiyorum.
O günlere dair yaptığım gezintilerde ve izlenimlerimde unuttuklarım, gözümden kaçan yada bana denk gelmeyen ayrıntıları yazamazsam şimdiden beni bağışlamanızı rica istiyorum.
Baba ana köyüm Zülfikar ama ben köyde yaşamadım.
Nenem ( anneannem), dayılarım, teyzelerim, hala ve akrabalarımın çoğu o dönemde köyde yaşadıklarından sık sık olmasa da ( Babaannemle beraber, halama ve dayıma….) köye giderdim ve bu bana çok eğlenceli gelirdi.
Gezintimize ilkbahardan başlayalım.
İlkbaharın ilk sıcaklıklarıyla karların eriyip toprağın ısınmasıyla birlikte, köylerimizde de hararetli ve haraketli çalışmalar başlardı.
Sonbaharda temizlenip, KOTAN (Pulluk) la sürülerek ters çevrilen toprak, ilkbaharda tekrar sürülür, TUM dediğimiz şekiller verilerek VERLERE ayrılır ve ekilecek hale getirilirdi.
Ekilecek tohumlar da özenle seçilip, hazırlanarak toprakla buluşmayı beklerdi.
Diğer taraftan köyün erkekleri toplanarak ‘ARX İŞLEMEYE’( topraklarının sulama kanallarını temizleme )giderlerdi.
Herkes kendi mıntıkasını temizleyerek suyun düzgün akmasını, böylece de tarlalarındaki ekinlerinin susuz kalmamasını sağlarlardı.
Bu işlemi yaparken herkes kendisi iş gücüyle katılabildiği gibi işçi de gönderenler oluyordu.
ARX işleme türküler eşliğinde neşe içinde yapılabildiği gibi şakayla karışık sataşmalar, arada bir kavgalar da çıkmıyor değildi.
Şimdi tarlalarımıza geçelim.
Önceden ne ekeceklerini belirledikleri tarlalarının ekimine başlarlardı. Hatırladığım kadarıyla şeker pancarı aynı toprağa dört senede bir ekiliyordu.
Çünkü şeker pancarı toprağı güçsüzleştirdiğinden dolayı üç sene başka ürünler ekilerek toprak dinlendiriliyordu.
Amaç toprağın kuvvetlenmesini sağlamaktı.
O zamanlar suni gübre yok denecek kadar az olduğu için hayvansal gübreler kullanılıyordu.
Ayrıca suni gübreler yeni çıktığı için doğru kullanamayıp ekinleri yakanlar da oluyordu.
Bazan da topraklar bir sene ekilip bir sene ekilmeyip nadasa bırakılırdı. Böylece topraklar güçlendirilerek daha iyi ürün alınması sağlanıyordu.
Artık evlerde de hararetli çalışmalar başlamıştır.
Kadınlar; hem ev işini hem de ÇÖL dedikleri tarla işlerini beraberce yürütmek zorundaydılar.
Durumu iyi olanlar işçi tutup yada toprağı ‘İREŞBER’ dedikleri yarıcılara vererek ektiriyorlardı.
Topraklarını kendileri ekenler;
Sabahın erken saatlerinde uyanan ev halkı hummalı bir çalışmaya koyulurdu.
Evin hanımı günlük ekmeğini pişirmek için hamurunu yoğurup mayalanmaya bırakmıştır bile.
Eğer evin NÖKERİ ( Hayvan bakıcısı ) yoksa evin erkekleri PEYEYİ ( ahırı )temizler, ardından evin hanımları inek….vs sağmaya koyulurlardı.
Bu işleri yapılmaya devam ederken, uzaktan NAXIRIN ( kapı kapı toplanarak otlatmaya götürülen hayvanlar) geldiğini duyan ev sahipleri hayvanlarını NAXIRÇIYA ( hayvanları otlatmaya götüren hayvan bekçisi) teslim ederler veya evin erkek çocukları ( okul tatilse)hayvanlarını otlatmaya götürürlerdi.
Çocuklar bunu kendi aralarında oldukça eğlenceli bir hale getirirlerdi.
Birde HODAĞ denilen para karşılığında hayvanları otlatmaya götüren çocuk veya gençler vardı.
NÖKERLER ve HODAĞLAR genellikle çalıştıkları ailenin yanında kalıyorlardı, bunu da belirtmeden geçmeyeceğim.
Bu arada evin hanımı ekmeği pişirmek için tandıra ateş atmış, hamuru EYVANA taşımış, KÜNDELERİ ( bezeleri ) yapmaya başlamış; ekmekleri pişirmek için tandırdaki ateşin istedikleri seviyeye gelmesini beklemektedirler.
Evin gelini veya kızları ŞOR, KERE, peynir… gibi kahvaltılıklar çıkarmış, torbaya dökülüp süzdürülen yoğurt, büyük leğen, tahta kaşıklar….. vs hazırlanıp büyük bir bez torbaya yerleştirmiş olurdu.
Tarlaya çalışmaya gideceklerin orada yiyecekleri DORĞAMAÇ için gerekli olan her şeyi hazırdır artık.
Tabiiki çölde su ihtiyaçlarını karşılamak için SENYHLER de ( su testileri) hazır durumda olurdu.
Suyu arıtmak için SU TAŞI dedikleri büyük bir kepek taşı oyularak lavabo şekline getirilir ve evin her hangi bir bölmedeki uygun bir yere yerleştirirlerdi.
Su taşı yerleştirilen bölmenin etrafı da temiz bir şekilde kapatılırdı.
Su taşının altına, arıtılan suyun damlayarak dolması için bir kova veya leğen yerleştirilirdi.
SU TAŞINA doldurularak, taşın yavaş yavaş terlemesi neticesinde suyun süzülmesi dolayısıyla da arıtılması sağlanıyordu.
( Çoğunuzun bunu bildiğinizi düşünüyorum, yine de sizlerle paylaşmak tekrar hatırlatmak istedim. )
Eyvanda ekmeği pişirmek için uğraşan evin hanımının sesi duyulur;
- ” Ay gız ! PİNİ( kümesi) açıp TOYUĞLARIN denini ver!
“Deni ağacın altına töh, cüceler eyvana girmesinler!”
EYVANDAN gelen mis gibi ekmek kokuları ekmeklerin piştiğinin habercisi olurdu.
Tavukların yemini veren evin gelini veya kızları ÇÖLE (tarlaya )tohum ekmeğe gideceklerin ve hayvanları otlatmaya götüreceklerin yanlarına alacakları ekmekleri de torbalarına oldurup kahvaltılarını da vererek yolcu ederlerdi.
Bu arada evin küçük çocukları da uyanmış olurdu.
Bardaklarına doldurulan sıcak süt eşliğinde tandırdan çıkan mis gibi ekmekle yapılan DÜRMEKlerini ( yumurta yada peynir dürümü) iştahla yiyip oyuna koşarlardı.
Diğer tarafta da eyvana gidip çıkan ekmekleri toplayan evin gelin veya genç kızları kendi kahvaltılarını da hazırlamayı ihmal etmezlerdi.
Pişecek yemeği de hazırlayıp tandıra atarlardı ( koyarlardı) veya eyvana kurdukları odun ocağında pişirirlerdi
Sıcak tandır da bazı yemeklerin pişmesi için idealdi.
Tandıra bir güğüm su atmayı da ihmal etmezlerdi.
Ev işini bitirip ÇÖLE (tarlaya )erkeklerine yardım etmeğe giden kadınlarda az değildi.
Köydeki bazı bahçelerde de ağaca astıkları NEHREYİ çalkalayarak (yayık)tereyağı ( kere) ve ayranına da ŞOR ( çökelek) yapanlar da oldukça fazlaydı.
Böylece günler günleri kovalar, ekilen ekinler büyümeğe başlardı.
Bu sefer de erkenden kalkan kadınlar yukarıda yazdığımız işlerin yanında bir de tarlaya KAĞ ELEMEYE ( çapa yapma) giderlerdi.
KAĞ elemeye genellikle toplu halde gidilirdi.
Burada imece usulü ön plana çıkıyordu, BEDEL dediğimiz değişimli yardımlaşma da olurdu.
Ayrıca para karşılığında çalışan kağçılar da vardı.
Kadınlar KAĞI oldukça neşeli hale getirirlerdi.
NANAY dediğimiz solo ve koro halinde söyledikleri türkülerimiz çok güzeldi.
Tabiiki onların sıcağın altında ne kadar zorlandıklarının farkında olmazdık.
Götürdükleri yiyeceklerinin bozulmaması, testindeki içme sularının serin kalması için, tarlanın kenarına ağaç ve ağaç dallarından yaptıkları KÖLÜK dedikleri güneşlikler, çocukların da oyun yeri oluyordu.
Kurdukları ÇARDAKlar da hem güneşten hem de yağmurdan korunmalarına; bunun yanında yiyecek ve içeceklerini muhafaza etmelerine de büyük katkıda bulunurdu.
Küçük bebeklerini götürmek zorunda kalanlar da yok değildi.
Varsa iki ağacın arasına veya çardağın iki direğine bağladıkları kalın ipler üzerine kurdukları derme çatma beşiklerde uyuttukları bebekleri de yakıcı sıcaktan nasibini alıyordu.
Öğlen yemeklerini ( Genellikle dorğamaç yapar, evden getirdikleri yiyecekleri de aceleyle yiyip, işlerine devam ederlerdi.
Çöle gidenler, akşam karanlık bastırmadan evlerine dönerlerdi.
Bazı kadınlar, akşam üzeri de tandırı yakıp tekrar ekmek yapmak zorunda kalırlardı.
Tabiiki naxırın gelmesiyle, hayvanlarını sağma işi de onları bekliyordu.
O arada kapılar çalınır;
“ Anaaaa NAXIRÇI geldi” diyen çocuğun sesi duyulurdu.
Anne;
“ Gel bu çöreği apar naxırçıya ver “ diye bir tapan uzatırdı.
O zaman naxırçılar kapı kapı dolaşarak ( kimin hayvanını otlatmaya götürdülerse) birer ekmek alırlardı.
Buna o zaman anlam veremiyor, büyüklere soruyordum, bu kadar ekmekleri ne yapacaklar ? diye.
Çünkü bunu her gün yaptıklarını anlatıyorlardı.
Akşam yemekten sonra genellikle yorgun düşüp uyurlardı.
Bunun yanında erkeklerden köy kahvesine gidip arkadaşlarıyla muhabbet edenler de oluyordu.
Sabah aynı işler devam ederdi.
Zaman geçip ekinlerin büyümeğe başlaması, otlatın büyümesiyle beraber GAZAYAĞI, KİRPİT ve SALMANCA otları da büyümeye başlamış oluyordu.
Köyün kızları ellerinde süzgeç veya torbalar alarak ŞETE dedikleri çatallı demir parçasıyla gazayağı, kirpit ( çoban kirpiyi) toplamaya giderlerdi ve o gün yumurtalı gazayağı veya salmanca kirpit kavurmasının tadına doyulmazdı.
Ayrıca KUŞEPPEYİ , YELMİK, YONCA toplamayı da ihmal etmezdik.
Misafir olarak gittiğimiz köylerimizde el üstünde tutulur, işlerinin güçlerinin arasında evine gelen misafirlerini en iyi şekilde ağırlamaktan da geri kalmazlardı.
İlkbaharda pembesiyle, beyazıyla rengarenk bir örtüye bürünen bağları, bahçeleri, koyunların kuzuların meleyerek koşuşmalarına karışan çocukların şen kahkahaları, topladığımız papatyalardan ( ÇOBAN YASTIĞI ) yapıp saçlarımıza taktığımız taçlar, karahindibalardan yaptığımız kolyeler bilezikler ayrı bir güzellikti.
Halamların evlerinin önünde, üzerinden salkım salkım sarkan söğüt ağaçlarının altından akan dere; hem verdiği serinlik hem kenarındaki çakıl taşların üzerine yaylan kilim üzerinde yastığı ve minderiyle keyif çayı içen Halamın kayınpederi İSA DEDE ( kuzenlerim dede dediği için ben de dede diyordum) ile babaannemlerin yaptığı sohbetleri hiç unutmadım.
Rahmetli İSA DEDE çok sinirli ve dediğim dedik birisiymiş ( büyükler konuşunca duyardım). Halam yanında hiç konuşmazdı.
Tabiiki gelinlerin kayınpederin yanında konuşmadığını bilmediğimden halam korkudan konuşmuyor sanıp ben de çok korkardım.
Gittiğimizde bana hep sorardı;
“Bala boğazın gaşınırrr?”
ben de, hayır derdim.
Rahmetli İsa dede cebinden şeker çıkarır “ Men bilirem senin boğazın gaşınır, bu şekerlemeleri ye geçecek “ der zorla şekerleri elime tutuştururdu.
Büyüdükçe İSA DEDENİN aslında çok iyi ve babacan bir insan olduğunu anladım.
Nurlar içinde yatsınlar.
Akşama doğru FAYTON gelip de evimize dönmemiz gerektiğini söyleyen babaannem, toplanan arkadaşlarım ve akraba çocuklarının ısrarla
“ Nolur gitmeyin”
“ Nolur gitmeyin”
“ Gitmeyin , gitmeyin” diye yalvarmalarına;
“Yine geleceğiz “sözünü verdikten sonra
“YAZA görüşmek üzere” der, oradan ayrılırdık.
İlkbaharın bütün güzellikleri sizlerin olsun…. bu gününüz dününüzden, yarınlarınız bu gününüzden daha güzel olsun inşallah.