1980 yılından beri yakalandığım bir hastalığım var. Bu hastalığın adı “Kitap Hastalığı”dır. Kitapçıları dolaşırken Prof. Dr. Abdülaziz Hatip tarafından hazırlanan “ Gülistan’da bir Nefes/ Sadi Şirazi’nin den hikmetler” adlı bir kitapla tanıştım. Sizleri de İranlı Şair-Yazar Sadi Şirazi ve eseri Gülistan ile kısa da olsa tanıştırmak istiyorum. İçinizde Şair-yazar ve eseri ile tanışanlar olabilir. Tekrarda fayda var diyorum.
Şadi Şirazi, İslam dünyasının büyük şair ve yazarlarındandır. Eserleri en meşhur İslam klasikleri arasında yer almakta ve asırlardan beri ilgi görmeye devam etmektedir. Asil adı Ebû Abdullah Müslihüddin’dir. “Bostan” ve “Gülistan” eserleri ile büyük şöhret kazanmıştır.
Sadi, ilim öğrenmek ve ufkunu genişletmek maksadıyla Suriye, Mısır, Delhi, Azerbaycan, Anadolu, Belh ve Gazne gibi İslam beldelerini dolaşmış, gezdiği yerlerde oraların tanınmış insanları ile irtibat kurmuş, hem öğrenmeye hem de bildiklerini yazdığı eserlerinde mesajlarını günümüze kadar ulaştırmış, nadir şahsiyetlerden biridir.
Sadi’nin yaşadığı 13. yüzyıl, tıpkı günümüzü andırıyordu. İşgaller, fitne ve kargaşa, dolayısıyla yaşadığı devrin hastalıkları için sunduğu reçeteler, hala zenginliğini koruduğu görülmektedir.
Sadi Şirazi’nin; “ahlak, terbiye, tevazu, mertlik, adalet, ihsan, rıza, kanaat, şükür, tövbe” gibi muhtelif konuların işlendiği “Bostan” adlı eseri 10 bölümden oluşmaktadır. Hikâye ve menkıbelerle zenginleştirilen eserde hükümdarlar ve yöneticiler; hakka, adalete ve doğruluğa davet edilmektedir.
İstiklal Marşımızın Yazarı Mehmet Akif’in ifadesiyle; “Şarkın Kemal ruhu” olan Sadi Şirazi, gezdiği çok geniş çevreden edinmiş olduğu tecrübelerini, medresede elde ettiği eğitimi, seyahatleri boyunca temas kurduğu âlimlerle yaptığı sohbetleri, Gülistan’ında vereceği mesajı, sunacağı hikmeti, zihinlerde iyice yer ettirmek için somut olaylar, hayatın içinden hikâye ve temsillerle anlatır.
Eserde özellikle; “Hükümdarların hal ve hareketleri”, “Çıkarcılık ve madde düşkünlüğünü” işlemiş, “Zülüm ve adalet”, “Zengin ve yoksulluk”, “Dostluk ve fedakârlık”, “Sahte dindarlık ve samimiyet”, “Yiğitlik ve cesaret” konuları üzerinde durmuştur.
Sadi’nin yaşadığı çağ olan 13. yüzyılda İslam dünyası oldukça karışık, tıpkı günümüzdeki gibidir. Örneğin: İran’ın içinde bulunduğu sahalar, dış istilalara, değişik hanedanlar arasındaki çarpışmalara sahne olurken, Anadolu, Suriye ve Filistin tarafları ise haçlı seferlerine sahne olmuştur.
13. yüzyıl, günümüz de yaşananlara benzer özellikler taşıdığından olacak ki, devrin hastalıkları için sunduğu reçeteler, aradan bunca asır geçmesine rağmen hala geçerliliğini korumaktadır. Sadi, adeta keramet göstererek, günümüzde “yolsuzlukla” zengin olanlara bir çift söz söyler: -“ Yolsuz zengin, altın suyuna batırılmış kesektir. Erdemli yoksul, toz toprak içinde dilberdir. Biri Hz. Musa’nın yamalı hırkası, öbürü Firavun ’un süslü sakalı.”
Dindarlığını siyasete ve ya ticarete alet eden, defterleri kara günahlarla dolu, günümüz bazı şekilci, sahte veya ham sofularını da yolsuz, hatta yol kesici olarak gören Sadi; -“Tamahkâr zahit yol kesicidir. Ey halkı kandırmak için beyazlar giyinen kara defterli! Sen önce dünyadan el çekmelisin. Yen’in uzun olmuş, kısa olmuş ne çıkar?!” der.
Ona göre, dindarlık dış görünüşle olmaz. İnsan kalbi temiz, işleri düzgün olacak. Dinî bir kisve ve kıyafete bürününce de artık bunun gereğini yerine getirmek lazım. Önemli olan çıkarcılığı, bencilliği, kötü düşünce ve arzuları atmaktır. Dışı süs, içi pis, dışı güzel, içi kof olmak Müslüman yakışmaz.
İnsanı sosyal bir varlıktır. Bu nedenle toplum içinde yaşamak durumundadır. Bunun gereği olarak kendince bir şeyler üretip başkalarıyla paylaşacaktır. Sadi bu konuyla ilgili olarak; -“ Eksik olsun zilletle elde ettiğin yemek!. Tenceren kaynıyor, şerefin devrilmiş!. Ekmeğin arttı, yüzsuyun azaldı!. İstemek zilletinden yoksulluk daha iyi ” der.
Gülistan’dan ders alınacak bir hikâye:
"Hikâye olunur ki: Bir sultan, halkına çok eza ve cefa eder, halkın mallarını gasp ederdi. Sultanın zulmü o kadar ileri gitti ki, halk o beldeden akın akın kaçmaya başladı. Halkın azalmasıyla, hazine boşaldı, devletin gücü zayıfladı. Düşmanlar sağdan soldan saldırmaya başladı.
Bir gün padişahın meclisinde Şehname kitabını okuyorlardı. Okudukları bahis Dahhak'ın saltanattan hal'i ve Feridun'un sultan olması hakkında idi.
Vezir, Padişaha; -‘Feridun'un hazinesi, malı, mülkü, hizmetçileri ve adamları yok iken nasıl oldu da padişah oldu?’ diye sorunca, Padişah; -‘İşitmişsindir, bir takım halk onu büyük bir istekle desteklediler, onu kuvvetlendirdiler. Böylece padişah oldu" diye cevap verdi.
Bunun üzerine vezir; -"Mademki halkın toplanmasına padişah sebep oluyor, sen niye halkını eziyor, perişan ediyorsun? Yoksa sen padişah olmak istemiyor musun?" dedi.
Padişah, vezire; -"Dağılan asker ve halkın toplanması için ne yapmalıdır?" diye sorunca, Vezir: "Padişah, âdil ve merhametli olmalıdır. Padişah âdil ve merhametli olursa, halk onun etrafında toplanır ve rahat yaşar. Hâlbuki sende bu ikisi de yok" dedi.
Nasıl ki kurt çoban olamaz.
Zalim de padişahlık yapamaz.
Zulmün temelini atan hükümdar,
Saltanatın direğini yıkmış olur.
Vezirin bu sözleri padişahın hoşuna gitmedi. Veziri hapse attırdı. Çok geçmeden padişahın amcasının çocukları saltanat davasına düştüler. Etraflarına bir ordu toplayarak padişaha hücum ettiler. Padişahın zulmünden bezen halk da padişaha karşı başkaldırdılar. Sonunda padişah tahtını kaybetti. Saltanat, amcasının çocuklarının eline geçti.