Kalkınmış ülkelere gıptayla bakarız. O da yetmez; sosyal ve hukukî düzenlerini, planlı ve temiz şehirlerini, iş ahlâkını, hatta Müslüman bizden daha dürüst ve sözüne güvenilir olduklarını ballandıra ballandıra anlatırız. Hele zengininden âlimine değin şu mütevazılıklarını, havasından geçilmeyen bizimkilerle kıyasladığımızda, hayran olmamak elde değil.
Bütün bunların durup dururken olmadığının da farkındayız. Meselâ, herşeyden evvel eğitimli bir toplum oluşlarından dolayı koyulan kurallara uydukları ve işi ehline teslim ettikleri için yapılan işin temiz ve sağlam olduğunu, herkesin kendi kapısının önünü süpürdüğünden mahallenin tertemiz olduğunu ve tükettiklerinden çok daha fazlasını ürettikleirnden bugünkü refah seviyesini yakaladıklarını gayet iyi biliriz. Ezcümle; her başarının arkasında göz nuru ve alın teri olduğu gibi, parmakla gösterdiğimiz, hayran olduğumuz toplumların da, bu başarı öyküsü için bedel ödediklerini bilmemize rağmen, buradan kendimize pay çıkarmıyor, ders almıyoruz. Çünkü bedel ödemek ağrımıza gidiyor, göze alamıyoruz.
Az çalışıp çok harcamayı veya ürettiğimizden daha fazla tüketmeyi bir hayat tarzı hâline getirmişiz.
Genel seçimlerin yaklaştığı bugünlerde hükümet koltuğunu korumak için, muhalefet de iktidar koltuğuna oturmak için vaatler havada uçuşuyorken, Almanya gibi dünyanın en güçlü sanayi ülkelerinden birinde yaşamış olan benim gibi insanların hafsalası almıyor bu durumu. Peki ama bu değirmenin suyu nereden gelecek veya bu vaatler gerçekleşitiğinde bedelini kim ödeyecek?
Bedel ödemiş kahramanların arkasına sığınmak ya da onları destanlaştırmak, bizi kahraman yapmaz. Tıpkı dijital çağı yakalamış ülkelerin teknoloji harikası arabasına binmek, telefonunu kullanmak veya hayat tarzını benimsemek, bizi onların seviyesine çıkarmayacağı gibi...
Düşünce üretemiyor, icatlar yapamıyoruz ama nakilciliği, hamaseti ve bir de siyaseti iyi beceriyoruz. Dilimiz doğru söylüyor, elimiz harama uzanıyor, ayağımız eğriye gidiyor. Allah’a ibadet ediyor, güce ve paraya tapıyoruz. Ali’nin haklı olduğunu bildiğimiz hâlde, Muaviye’nin yağlı sofrasından kendimizi alıkoyamıyoruz.
Yukarıdan aşağıya doğru toplumu kendi emelleri doğrultusunda yönlendirenlerin yüzünden, aslında kıvrak zekâya sahip insanımızın düşünce yetisi körelmiş durumda. Tarafgirlik, insanı tek yönlü bir sokağa itekliyor. Bir konuda kanaatimi soran tanıdığa şu kıyaslamayı yaptım: Şu iki insan arasında doğru seçenek yapman gerek, diyerek devam ettim. Birinci şahıs son derece dürüst, güvenilir ve hak-hukuk gözetir ama Müslüman değil veya inancı yok. İkinci şahıs ise, hırsız, yalancı, hak-hukuk gözetmez ama Müslüman. “Tercihini kimden yana kullanırsın?” dediğimde, genç adam önce biraz duraksadı. Hafif bir tebessümle, mesajı aldım, dedi. Çünkü bedeli ödenmemiş bir müslümanlık yok hükmündedir.
Bir değerli dostla topluma dair kaygılarımızı ve üzerimize vazife kabul ettiğimiz sorumluluklarımızı istişare ediyoruz: Hedefe giden yolda en büyük engelimizin insandan kaynaklandığını, hatta birlikte yola koyulduklarımızın içinden çıktığını yaşayarak görmüşüz ikimiz de... Kendine takılan, kendi engelini aşamayan insanı aşmak, onunla baş etmek zor! Fazla malın zekat bedeli verilir, işlenen günahtan tövbe edilir, bilginin ve bilgeliğin bedeli de bilmeyene öğretmek ve öncülük etmektir. Herkesin topluma, çevreye ve insanlığa karşı sorumluluğu bildiği kadardır. O hâlde biz bilgi ve tecrübemizin bedelini, mensubu olduğumuz topluma ödemeliyiz! Yaşadığımız insan kaynaklı olumsuzluklar bizi asli vazifemizden alıkoymamalı.
Bizden sonraki nesillere karşı taşıdığımız sorumluluğun gereği, daha yaşanabilir bir dünyanın ve insanca bir geleceğin alt yapısını oluşturmak için ilk adımı biz atacağız, fedakârlığı herkesten önce biz yapacağız. Tarladaki çiftçiyle veya fabrikadaki işçiyle, mensubu olduğu milletin derdiyle hemhâl olmuş öncülerin ödeyeceği bedel, taşıdığı sorumluluk büyüklüğündedir.
Mum yanmadan etrafını aydınlatmaz.
Yeter destan okuduğun... Bir de senin destanını yazalım!