Havalar soğuyunca birçok kuş türü dünyanın sıcak bölgelerine göç eder. Tarıma bağlı olanların aksine, hayvancılıkla geçimini sağlayan topluluklar göçebe hayat yaşarlar. İnsanlar daha iyi bir hayat standardı yakalamak için bazen doğup büyüdükleri yöreden başka bölgelere, bazen de başka ülkelere göç ederler. Bununla da kalmaz; iç savaşlar ve siyasî, dinî ya da belli bir kesime, etnisiteye (ırk) yapılan baskıdan dolayı insanlar bulundukları yerlerden başka diyarlara göç etmek mecburiyetinde bırakılırlar.
Biz, doğup büyüdüğü toprakların dağına taşına şiirler yazmış, türküler yakmış, kimliğini ait olduğu yöre kültürü ve gelenekleriyle yoğurmuş bir millet olarak, son altmış yılın en yoğun iç ve dış göçünü yaşıyoruz. Bir taraftan ülkemize göç edenler, sığınanlar, diğer taraftan ülkemizden göç eden, başka ülkelere sığınan, iltica edenler... BM (2020) verilerine göre dünyada 281 milyon insan göçmen olarak yaşıyor. Buna son yıllarda Rusya’nın Ukrayna ve İsrail’in Filistin topraklarına saldırısının sebep olduğu göçler dahil değildir.
Uzmanlar küresel iklim değişikliği ve zengin-fakir arasındaki makasın giderek açılması sonucunda, Latin Amerika’dan ABD’ye, Doğu’dan ve Afrika’dan Avrupa’ya olan göçler gibi, Güney Yarım Küre’den Kuzey Yarım Küre’ye olan göçlerin daha da artacağını öngörüyorlar.
Demem o ki, böyle bir dünya gerçeğiyle karşı karşıyayız. İster şehrinize başka yörelerden göç eden yeni hemşehrileriniz olsun, ister ülkenize göç eden başka milletlerden insanlar olsun; oranın yerlisi olarak, dışarıdan gelenlere karşı önce önyargılı ve dışlayıcı bir tavır alırsınız. Belli zaman sonra kabullenme, tanışma ve yakınlaşma süreci başlar. Yaşadığımız 21. Yüzyıl bir iletişim, yakınlaşma çağı olduğu kadar, kimlikler noktasında ayrışma, çatışma çağıdır. Bu süreci iyi yönetebilen ülkeler, zamanla yerel veya ulusal, hatta uluslararası düzeyde daha homojen ve aynı zamanda çokkültürlü bir toplum olmanın artılarını (avantaj) görürler. Farklı kültürlerin alışverişi, yüksek bir medeniyete zemin hazırlar.
“Hemşerim memleket nere?” sorusunun, belki hiçbir toplumda olmadığı kadar karşılığı olan bir halkız. Bu yerele, belli bölgeye sıkıştırılmış zihniyetten kurtulup, milliliğe (ülke düzeyine) yayılabilmesi için bugünkü ülke ve dünya gerçeklerini görebilmek gerek.
“Bu dünyada göçer olduk”daki kastım; kitle iletişim ve ulaşım araçlarının artmasıyla birlikte, insanlık hiç olmadığı kadar hareket hâlinde, yani göçer durumundadır. Bu göçerliliğin sebebi, yukarıda sıraladıklarımızdan biri veya birkaçı olabilir. Bu dünyada göçer olanların, vakti geldiğinde bu dünyadan da göçer olacağı unutulmazsa, en azından “insan kardeşi” olarak, birbirimizi iteklemeden yaşamak mümkün olabilir.
Ülkemizin tarihî mirası ve kültürü bakımından en zengin olanları, geçmişte farklı kültürlerin kavimlerin yaşadıkları şehirlerdir. Aynı şekilde, Balkanlar Osmanlı’dan kalan mimarî ve kültür mirasıyla daha bir renkli ve zengindir. Bir sanayi ülkesi olan Almanya için Türkler gibi farklı kültür coğrafyasından gelen diğer göçmenler, sadece iş hayatına değil, kültürel hayata da renklilik ve dinamizm kazandırmıştır. Bazen birçok şeye itiraz ettiğinden veya alışık olduğumuz bazı kural ve kaidelere (bize göre) burun kıvırdığından dolayı “gıcık” olduğumuz şu “Almancı”yı, bulunduğu ülkedeki bazı güzelliklerin anavatanında da olmasını istediğini bir kabullenebilsek, geri göçle gelen birtakım kazanımları ülke yararına değerlendirmiş olacağız.
İster ülke sınırları içinde ister ülkeler arası düzeyde, her (vasıflı) göçmen gittiği yere bir şeyler götürür vr oradan da bir şeyler alır. A. Maalouf’un dediği gibi; “Sizi kabul eden ülkenin kültürüne ne kadar nüfuz edebilirseniz, bu çabanız sayesinde sizin kültürünüz de o derece kabul görür ve göç ettiğiniz ülkenin kültürü size açılır. (Amin Maalouf, Mörderische Identitäten, s. 41)
Bu tespiti ülke bazından şehirler düzeyine indirgersek, millet olarak sosyo-kültürel uyum sürecimiz ivme kazanır, bölge ve etnisiteye dayalı alt kimliklerimiz, millet olma yolunda engel olmaktan kalkmış olur.