Adaletin sadece kâğıt üzerinde kaldığı bir toplum düzeninde barış ve huzurun sağlanması mümkün olmadığı gibi, ilmî ve iktisadî kalkınmışlık da, ağır aksak yürür. Aile fertleri arasında baş gösteren en büyük kargaşa ve bazen düşmanlık derecesindeki kırgınlıklar, hakça paylaşılamayan miras yüzünden olur. Çok büyük meziyetlere sahip bir kişi şayet hak-hukuk gözetmiyor, yani adil değilse, ona sadece hak gasp eden insan gözüyle bakılır. İnsanları isyan ettiren sebep aza sahip olduklarından veya paylarının az olmasından dolayı değil, hakça paylaşımın olmaması veya aynı yasanın güçlünün lehine zayıfın aleyhine işlemesidir.
Muhammedî mektebin ilk öğrencilerinden İmam Ali’nin, “Devletin dini adalettir” demesindeki hikmeti burada aramak lazım: Şayet devlet adil değilse, adı demokrasi olsa ne yazar, İslâm olsa ne yazar!...
İktidar veya otoriteyle ilgili çok çarpıcı bir Konfiçyus öğretisi (Betrand Russel’den alıntıladığım) barındıran şu hikâyeyi bir defa daha paylaşmaktan kendimi alamadım: Tai Dağı’nın eteklerinde öğrencileriyle giderken, biraz ileride bir mezarın başında feryat figan eden kadını görünce, atını o tarafa doğru çevirir. Konfiçyüs, kadına niçin ağladığını sorduğunda; mezarı göstererek, “Bu kayınbabamı kaplan parçaladı. Ondan önce da kocamı ve oğlumu da sırasıyla kaplan öldürdü” diyerek gözyaşlarını akıtmaya devam eder. Üstad, buna rağmen niçin burayı terk etmediğini, ağlayan kadına sorduğunda; “çünkü burada baskıcı bir iktidar yoktur” diye cevap verir. Bunun üzerine Konfiçyüs talebelerine şöyle seslenir: Bunu unutmayın çocuklarım; baskıcı bir iktidar kaplandan daha korkunçtur.
Devlet otoritesini yöneten iktidar, otorite ahlâkını yitirdiği zaman zulmeder.
Otorite müptelası insan, bütün mukaddesleri, kendisini mukaddes gören egosu için istismar etmekten geri durmaz. O, “Ne yapıyorsan toplumun selameti için yapıyorum” dese de, yaptığı her iş, kendi otoritesini kalıcı kılma hesabına göredir. (M.Aşkar, Kendimizle Yüzleşmek)
Eyvah benim ülkeme!...
Aman Allah’ım!... Hiçbir gelişmiş Batı ülkesinde bizdeki kadar TV haber kanalı yoktur ve hiçbir gelişmiş ülkede bizdeki kadar vasat, bayatlamış ve sığ siyaset dedikodusuyla her Allah’ın günü saatlerce insanların beyni sulandırılmaz. Gazeteci, politikacı veya aydın olmanın bir bedeli ve bir de seviyesi olmalı! Eyvah! Ülkem ne hâle gelmiş... Yaşanan hayatın sorunlarını vatan, millet, bayrak ve din hamasetiyle örtbas etmişiz.
21. Yüzyıl Türkiye’sinde siyaseten karşı olduğu tarafı kendine düşmanlaştırmış bir iradenin üstünlüğü yüzünden şartlanmış, bölünmüş ve hafızası köreltilmiş bir toplum hâline gelmişiz.
Bir ülkenin en büyük sermayesi; yeraltı ve yerüstü zenginlikleri değil, yetişmiş, eğitimli insandır. Son yıllarda giderek artan beyin göçü, kendi ülkesinde gelecek göremeyen kuşakların belki de bu gökkubbenin altındaki son çığlığıdır. Bu çığlığa kulak tıkayan bir toplumun yarınları aydınlık olmaz. Çünkü yarınların teminatı nesiller ülkeyi terk ediyor!
Sınırlı kapasiteye sahip, dar ve kısa görüşlü öncüler, engin ve uzun görüşlü olanlara tahammül edemediklerinden onları ya saf dışı bırakır ya da sustururlar. Din olgusunu şahsî bekası uğruna kullananlar ve nakilcilikten öte bir mahareti olmayanlar, çağdaş din yorumcularını, şartlandırılmış yığınlara taşlatmayı “cihat”tan sayarlar.
Ne yaman bir çelişkidir ki; camiler, imam hatipler, ilahiyatlar çoğalmış, dindarlar iktisadî, siyasî ve medyatik üstünlüğe sahip olmuşken haramzadeler de, adaletsizlik, yolsuzluk ve her türünden ahlâksızlık da almış başını gitmiş. Bunu sorgulamak, nihayet kendimizle yüzleşmek gerekmez mi?
Meselâ sen; otorite ahlâkını sorguladığından dolayı Rebeze Çölü’ne sürgüne gönderilen Ebuzer’den yana mı, yoksa otoriteden yana mısın?