Hayırlısıyla bir seçim bitti derken, vekillerimizi seçtik. Fakat kimin devlet başkanı olacağına millet olarak tam karar veremediğimizden, 28 Mayıs 2023 tarihinde tekrar sandığa gideceğiz. Cumhurbaşkanlığı seçimi de kesinleşmiş olsaydı, popülist politikacıların zehir-zemberek dilinden kurtulmuş olacaktık.
Siyaset ağırlıklı gündelik konuları yazmak bana zül geliyor. Hele Türkiye gibi son derece sığ politik tartışmaların bıkkınlık verdiği ve popülist siyasetçilerin harman olduğu bir ülkede her Allah’ın günü siyaset eleştirisi yapmak, kalem erbabı birçok insan için aslî bir görev olabilir. Zaten paramız gibi enflasyona uğramış “haber kanalları” da insanların düşünce üretme kabiliyetini (performans değil!) törpülediğinden, yığınlar sadece bir kalıptan çıkmış ifadeleri nakletmekle kendini tatmin ediyor.
Ömründe bir gazete sayfası dahi okumamış, hatta okuryazar bile olmayan tanıdıklarım, yakınlarım var çevremde. Birçok konuda bana akıl danışan bu insanların, söz konusu siyasî tercih olunca, bana akıl verme cüretini göstermeleri; özellikle görüntülü medya üzerinden yapılan tek yönlü/birtaraf yayınların neticesidir. Hemen her konuda gıptayla baktığımız Avrupa’da uzun yıllarını geçirmiş biri olarak, bizdeki genel seçimlerle Batı toplumlarındaki seçimleri kıyasladığımızda; hâlâ “kurtarıcı” gözüyle baktığımız kişilerden mucizeler bekliyoruz. Bu güçlü lider arayışımız, bizim zayıf toplum oluşumuza delalettir maalesef.
Kırmızı çizgileri, nasları günübirlik değişen liderlerin hükmettiği toplumların değer yargılarının zamanla değişebildiğini, Türkiye örneğinde görmek mümkün. İnkâr edilemeyecek haram ve günahlar, “bizimkiler” tarafından işlendiğinde, ya anlam değişikliğine gidildiğini veya buna bir kılıf uydurulduğunu bir daha görmüş olduk.
Kitleleri etkileyen bir başka unsurun, korku olduğunu bu seçimlerde bir daha gördüm. Küçük çocuklarımızı “öcü”yle korkutan bir yetişme kültürüne sahibiz. Daha sonraları sırasıyla Allah’la, babayla, öğretmenle, askerle, devletle korkutularak yetiştirildik. Vatanımızın etrafı düşmanlarla çevriliydi ve yedi düvel bize düşmandı... Öyleyse bütün dünyaya kafa tutan, meydan okuyan bir kahramana ihtiyacımız vardı. Bu da yetmedi; bizim partiden, mezhepten, kabileden olmayana da “düşman” gözüyle baktık. Burada bir hin oğlu hinlik vardı: Düşmanla korkutup safları sıklaştırmak... Bu sakat ve politik çıkar hesaplı kurnaz metot, kitlelerin sağlıklı karar vermesine engel oldu fakat bunun onarılması çok zor olan acılarını millet olarak hepimiz çekeceğiz.
Gidişattan memnuniyetsizliğinizi dile getirdiğinizde; caddelerdeki arabaları, herkeste olan akıllı telefonları, yükselen binaları gösterenler, giderek artan cari açığı ve buna bağlı olarak borç batağına saplanmış bir ülke olduğumuzu görmüyorlar. “Tüketim toplumu” kavramından dahi bihaber olanlar, üreterek kalkındığımızı zannediyorlar. Hâlbuki biz ürettiğinden daha çok tüketen bir topluma dönüştürüldük. Düşünce üretenlerin ağzını da laf üretenlerle kapattık ki, aykırı sesler yükselmesin.
Kimse doğarken “kahraman” olarak doğmamıştır. Olaylar kişileri kahramanlaştırır veya şartlar yeni kahramanlar yaratabilir. Gelenekçi siyasilerin veya siyasetin yerini ezber bozan, ideolojik kalıpları kıran, kendi tabularını yıkabilme cesareti gösteren bir siyasî gelişmeye bu seçimlerde şahit olduk. Ülkemiz adına gelinen bu sevindirici durumu şeytanlaştırma gayretleri, toplum barışımıza vurulabilecek en büyük darbedir.
Sığ politik çekişmelerin girdabındaki halkı aydınlatacak, daralan ufkunu genişletecek, onu yarınlara taşıyacak aklıselimin devreye girmesi lazım. Deyim yerindeyse, kıblesini şaşıran bir topluma dönüştük. Kazanmak için her yolu mubah sayanlar, son derece kıt imkânları ve kaynakları dağıtanlar, içi boş vaatlerle halkı ümitlendirenler, üretmeği değil, tüketmeği teşvik edenler, bu ülkenin geleceğini ipotek altına sokuyorlar.
Toplum olarak hâlâ kendi yörüngemize oturamadık. Kıblesini şaşıran toplumlar, haktan yana değil, güçten yana olurlar. Hâlbuki, haktan ve haklıdan yana olan güçlüdür, güçten yana olan değil.