Din/inanç gibi son derece suistimale müsait bir konuda kalem oynatmak, mayınlı tarlaya girmeye benzer. Çok dikkatli olsanız da nerede mayına basacağınızı bilemezsiniz. İlahî nass, karar ya da emirler, bazen kişilere bazen de mezheplere, yani anlayışlara göre belirlendiğinden, yeni bir şey söylemek bu sahada her zaman tehlikelidir. Söz konusu din olunca kerameti kendinden menkul bazıları sizi hedef tahtasına oturtabilirler.
Bu ülkede mezheplerüstü bir Müslüman olmanın bedeli, dışlanmaktır. Kendi ayakları üzerine duran bir “dindar” olmak, inanmamaktan daha zordur. İnancı olmayan ya da dinî konulara ilgi duymayanların muhatap olmadığı cami, cemaat, hoca ve ilmihal gibi kavramlar, inanmış aydının sürekli olarak muhatap olduğu, üzerinde kafa yorduğu alanlardır. Dinin, hiç olmadığı kadar toplumda bir konum sahibi olmak veya rant elde etmek için istismar edildiği ve politik beklentilere göre yorumlandığı bir ortamda, lekesiz ve gölgesiz gökyüzü gibi tertemiz Müslüman olarak kalabilmek, çok zor olsa da inanmış, ilkeli insanların işidir.
Bugünlerde “Mevlid-i Nebi (Peygamberin Doğumu)” idrak edilmektedir. “Güneşi sağ elime, ayı da sol elime verseler, yine de bu davadan vazgeçmem!” diyen veya “Cihadın en üstünü zalim sultana karşı doğruyu söylemektir” diyen bir Nebi şimdiye kadar Kutlu Doğum Haftalarında veya Mevlid-i Nebi’lerde anlatılmadı. Konjonktürel dindarlık kulağa ve göze hitap eden, aklı devre dışı bırakan dindarlık anlayışından ibarettir. Kürsülerden, minberlerden, “Devletin dini adalettir” diyebilmek için din adına ahkâm kesenlerin, “dinin devleti de hürriyettir” ilkesinin gereğini yerine getirmelidirler.
Eğitimli fakat politize olmuş İslamcıların dışında kalan eğitim seviyesi düşük kesimlere terk edilen din; statükoya, din yerine konan geleneklere, beytülmalı bir kesime peşkeş çeken zihniyete, Nebevî metoduyla karşı çıkmaz, Emevî metoduyla boyun eğer, yol verir.
İsmet Özel, “Türkiye’de Müslüman olanlar, Müslüman görünmek zorunda olanlardan ibarettir,” diyerek, bugünkü Müslüman tarifini bir cümleye sığdırmış. Müslüman görünmek zorunda olmak... Tamamına katılmamakla birlikte, özellikle siyasî ortama göre “Müslüman” kesilenler, kendi mahallesinin dışına çıktığında, “Öf be, dünya varmış!” diyenler, Müslümanlığı bir gelenek, devralınmış bir kültürel miras gibi görenler ve Müslüman gibi ibadet edip, seküler-kapitalist gibi yaşayanların çoğunluğu oluşturduğu bir Müslüman toplumuz.
En azından Mevlid-i Nebevî münasebetiyle, çoğalan camiler, ibadet eden Müslümanlar ve iktidar olan İslamcılara rağmen, yolsuzluğun, hırsızlığın, ahlaksızlığın ve de adaletsizliğin zirve yaptığı hali pür melalimizi sorgulamak ve kendimize ayna tutmak gerekmez mi?
Hâlâ dualarımızı Arapça yapmakta inat ediyor, hâlâ Kuran-ı Kerim’i ezberlemeyi, kendi dilimizde okuyup anlamaya tercih ediyoruz. Soğuk Savaş dönemindeki ideolojilerin yerine mezhepler, tarikatlar geçmekle kalmadı, mezhepler dinin yerine, tarikat şeyhleri de Hz. Peygamber’den daha “şefaatçi” bir mertebeye yükseltildiler.
Anlayanlar için İslâm, belli ritüellerden veya ibadet alışkanlıklarından oluşan bir din değil, bir hayat tarzıdır. Bir başka ifadeyle insan olmak ve kalmaktır. Bugünün Türkiye’sinde bunun kavgası verilmektedir. Bu sancılı süreçte kalıplaşmış din anlayışını, köşe başlarını tutmuş din otoritelerini aşmanın bir bedeli olacak. Şu anda bu bedeli ödemekte olanlara selam olsun!
Görünürde giderek dindarlaşan (!) Türk milleti, yüz yıllardır bir taraftan Arapçı diğer taraftan Farsçı kültür emperyalizminin etkisi altında kalmasından dolayı insan odaklı Anadolu Müslümanlığından uzaklaştıkça uzaklaştı.