Birine hak etmediğini ya da hak ettiğinden fazlasını vermek, diğerine ise hak ettiğini vermemek veya hak ettiğinden çok daha azını vermek, insanlar arasındaki eşitsizliği ve buna bağlı olarak kargaşayı körükler. A. Ehrenberg’e göre de, “Şahsî yeteneklerin dağılımındaki toplumsal eşitsizlik, eşitsizliğin esas problemidir.” Bunun en bariz örneklerinden biri, çok tartışılan “sözlü mülakat”lardaki adaletsizlik iddiasıdır. Çok başarılı, yüksek puan almış bazılarının yerine düşük puanlı başvurusu sahiplerinin tercih edilmesidir. Buna, adaletsizlik denir! Adaletin olmadığı yerde en kutsalınız bile değersizleşir, karşılıklı güven ortadan kalkar, toplumda derin çatlaklar meydana gelir. Hak yiyen, hak gasp edenlerle, hakkı yenen veya hakkı gasp edilenler arasındaki uçurum giderek derinleşir.
“Liyakat mı, biat mı?” veya “Ehliyet mi yoksa mensubiyet mi?” türünden soruların gündeme geldiği bir toplumda, arızanın nereden kaynaklandığı zaten kendiliğinden ortaya çıkar. Kendi kurallarıyla işleyen, yani ete kemiğe büründürülmüş bir demokraside, eşitsizliklerin temel sebebi olan bu tür sorunlara çare üretilir. Çünkü, “Canlı bir demokrasi, yaratıcı düşünceden ve yapıcı eleştiriden beslenir (Julian Rüme-Nidelin). Yaratıcı düşünce ve yapıcı eleştirinin bastırıldığı bir ortamda liyakatin yerini biat veya ehliyetin yerini mensubiyet alır.
Sahtekârlık
Türkiye gerçeğini göz önünde bulundurduğumuzda, toplumsal sorunun bir düzen sorunu olduğu (A. Ehrenberg) daha iyi anlaşılır. İnsanlar gibi toplumlar da doğuştan itibaren ne “şeytan” ne de “melek”tir. Oturmamış bir sistemin fertleri de “oynak”tır. Şartlata göre kendini konumlar, ifade geliştirir veya değiştirir. Yerine ve zamanına göre kılıktan kılığa girer; maskelenir. Sistemdeki istikrarsızlık fertlere oradan da topluma yansır.
Dürüstlüğün, samimiyetin, doğru sözlü olmanın adeta cezalandırıldığına dair toplumda kabul görmüş bazı deyim ve kavramlar, ahlâkî bozulmanın mevcut düzenle doğrudan bağlantılı bir sorun olduğunun göstergesidir.
“Dürüstlüğün beş para etmediği” bir toplumsal arızayı konuşuyorduk. Karşımda şu “bozuk düzen”in çarklarından geçerek bir yerlere gelebilmiş kişi, “Ben sahtekârlık dersi de veriyorum,” deyince önce şaşırdım. Şu yazılı olmayan düzende “sahtekâr” olmazsan seni yaşatmazlar, çünkü işleyen düzene çomak sokmuş olursun. Bize de pek tanıdık gelen misalleriyle anlattığı konu, aslında herkesin bildiği fakat bilmemezlikten geldiği çirkin tarafımızdı. Çıkardığım sonuç: Yemeyeni yerler, çalmayanı kovarlar.
Özgüven telkini
Merhum Azerbaycanlı Şair ve Ozan Zelimhan Yakup anlatıyor: “Çocukken oynadığım topum komşunun penceresini kırdı. Annem, beni azarladı ve baban gelince ona bu yaptığını söyleyeceğim, dedi. Babam eve geldiğinde annem, şu oğluna bir akıl ver, topuyla komşunun penceresini kırdı, dedi. Babam bana şöyle bir baktı ve, o benden daha akıllıdır, ben ona ne aklı vereceğim, deyince omuzlarımda bir ağır yük hissettim. Bununla babam bana, oğlum akıllı ol, diyordu aslında.”
Bir insanı veya toplumu olumsuzluklarıyla, yanlışlarıyla özdeşleştirmek yerine, olumlu yönlerini ön plana çıkarmak, bir özgüven telkinidir. “Bizden adam çıkmaz!” veya “Bu
milletten bir şey olmaz!” gibi dillere pelesenk olmuş sözler, kendimize olan güveni de zayıflatır.
Bir millet kendisini küçük görme, aşağılama sendromuna tutulduğunda, o milletin düşmanı kendisinden başkası değildir. Onun için özgüven şart! Çünkü, özgüveni olmayanın geleceği de olmaz.