Bazıları çevresiyle vardır, bazılarını çevresi var eder, bazıları da çevresine rağmen vardır. Çevre dediğimiz; bazen akraba-arkadaş, bazen ekip-kadro, bazen de aynı siyasî, dinî grup ya da cemaat türünden topluluktur.
Ataerkil toplumlarda “ben” yerine “biz” anlayışı daha belirgin iken, çağdaş/postmodern toplumlarda fert olarak “ben” merkezli bir hayat anlayışı öncelik kazanır. Bugünkü Batı tipi hayat tarzında giderek yalnızlaşan ve dünyaya ben-merkezli bakan insan ile, grup ya da cemaat kimliğinin ağır bastığı gelenekçi toplumun biz-merkezli insan anlayışı arasında sıkışıp kaldı insanlığımız. Toplum olarak biz de alafranga ile alaturka hayat anlayışı arasında gidip geliyoruz. Şahsiyetini bulamamış, kendi ayakları üzerinde duramayan insan, birilerine veya bir yerlere yaslanır, oradan medet umar ya da bir ömür boyu varlığını başkalarına borçlu olarak yaşar.
“İronik bir şekilde tek olarak dünyaya gelen, tek olarak hayatı yaşayan, tek olarak ölen ve tek olarak haşrolan hülâsa bireyselliği hiçbir zaman kaybolmayan Müslüman bireyin, bu tekliği toplum yapısı içinde göstermesine neredeyse hiç izin verilmemiştir. Toplum ve birey ilişkilerinde yanlış olarak he zaman toplumun sürekliliği fikri ileri sürülerek birey yaşam alanı daraltılmıştır.” (Prof. Dr. Şaban A. Düzgün, Din Birey ve Toplum, s. 185)
Toplum, cemaat, parti, tayfa/aşiret adına örselenen birey kimliğine sahip olmak; kendisi gibi olmamaktır. Bir “dava”, ideoloji, inanç, lider veya grup adına itaat kültürünün ağır bastığı toplulukta kendine özgü farklılıklarıyla kişinin kabul görmesinin bedeli, dışlanmaktır.
Bir toplumun önünü açacak, her yönüyle kalkınmasına öncülük edecek donanımdaki insanların ait olduğu kesimle veya bulunduğu çevreyle başa çıkabilmesi, yani o engeli aşabilmesi için verilecek mücadelesi vardır. Bu nitelikteki insana, “şahsiyetli insan” diyoruz. Şahsiyetlerini günlük çıkarlar, geçici mevki-makamlar için harcayanların bol olduğu ülkemizde “rol modeli” olacak, şahsiyetli insanlara ihtiyacımız var. “Bir insanın hayatıyla, fikirleri örtüştüğü zaman şahsiyet inşa edebiliyor ve yaşamı bir sanata dönüştürebiliyor.” (Sadettin Ökten, Kemal Sayar, Âleme Bir Yâr için Âh Etmeye Geldik, s.92) Belli konularda fikir/görüş sahibi olabilmek için çevrenin, mahallenin baskısından kurtulmak, koydukları engelleri aşabilmek lazım.
Filozof Immanuel Kant, “Hakikat, bilginin mevcut durumla örtüşmesidir” diyor. Bizim kültürde bunun karşılığı, “ilmiyle amel etmek”tir. Hakikatı haykırmak yetmiyor; yaşamak gerek! Toplumun öncüleri, mevcut durumla örtüşmeyen bilgilerini hakikat gibi lanse etmeğe kalkıştıklarında inandırıcılıklarını kaybederler. İnandırıcılığını halk gözünde kaybeden öncüler/idareciler yüzünden toplumda güvensizlik iklimi hâkim olur. Karşılıklı güven duygusunun sarsıldığı bir ülkede sosyal barış sekteye uğrar, adalete gölge düşer, herkes kendi başının çaresine bakma yoluna girer. Herkesin kendi başının çaresine bakması demek; mevcut kamu düzeninin sarsılması demektir.
Dayanışma ruhunun zayıfladığı bir toplum zindeliğini/dinamizmini kaybeder. Postmodern cemiyetçiliğin adı, gönüllü (sivil inisiyatif) ya da tüzel kişiliğe sahip sivil toplum kuruluşudur. Kuruluş amacından sapmadan hizmet veren STK’lar (sivil toplum kuruluşu) toplumun emniyet supabı gibidir. Yaşadığımız 21. Yüzyıl’da STK’ların eskisinden daha çok önem kazandığı söylenmektedir. Sivil inisiyatif gruplarının ve sivil (resmî/devlet kuruluşu olmayan) toplum kuruluşlarının varlığı hissedilen toplumlar daha dinamik olur ve ihtilafların çözümü kolaylaşır. Filozof Karl R. Popper’in de dediği gibi, “Anlaşmazlıkları ortadan kaldırmak veya en aza indirgemek için elimizden geleni yapmalıyız. Diğer taraftan, ihtilafsız bir toplum da insanî olamaz.”
Dünyanın belki de en zor coğrafyası olan Türkiye’de yaşamanın, özellikle aydın kesimi üzerine getirdiği sorumluluklar var. Toplumun kanaat önderleri, yöneticileri ve münevverleri düzeyindeki insanların aslî görevlerinin başında, toplumu rahatsız eden anlaşmazlıklara çözüm yolları bulmaktır. Bizim gibi heterojen (sosyo-kültürel farklılıkların çok olduğu) toplumlarda özellikle fikirde ve eylemde önde gidenlerin kucaklayıcı olması gerekir. Fakat altkimliklerin üste çıkarıldığı, ortalama eğitim seviyesinin de kalkınmış ülkeler düzeyinde olmadığı toplumumuzda şahsiyetli insanlar, kendini aşamayanlardan oluşan sosyal çevresini aşmakta zorlanırlar.
Bir toplumda var olmanın şartı, mensubu olduğu kitleyi inkâr etmeden, onlardan uzaklaşmadan fakat aynı mahallenin baskısına rağmen bir farkındalık yaratarak, kendisi gibi olmaktır.