Yarın gidiyorum, dedim. Yalnız mı gidiyorsun, diye sordu. Evet, deyince biraz şaşırdı. Ameliyat sonrası bir refakatçi olarak eşimin yardımına ihtiyaç duyacağımı hatırlattı. Aynı badireyi benden önce atlattığından dolayı, sevgili İsmail’in ne demek istediğini anladım.
Bizim buralarda durum malûm… Ben onların oraları anlatayım:
Afrikalısından Avrupalısına, dünyanın değişik ülkelerinden sağlık personeli çalışıyordu yattığım hastanede. İster Somalili genç hastabakıcı, ister Almanya Türklerinden hemşire kadın, hepsi Alman iş disiplini ve ahlâkını almış personel olarak mesleklerini bihakkın icra ediyordu. Bu manzarayı görünce, Karl Popper’in, “Avrupa nüfusu, herkesin bildiği gibi, kavimler göçünün ürünüdür. (Auf der Suche nach einer besseren Welt)” sözünü hatırladım. Filozof Popper’in bu tespiti yaptığı 20. Yüzyıl’dan çok daha yoğun bir şekilde Avrupa’ya, özellikle de Almanya’ya ekonomik ve politik sebeplerden dolayı son yıllara kadar göç devam etti. Alman hükümetlerinin göçmenlere uyguladığı sosyo-kültürel asimilasyon politikasının neticesi olarak, onlar da bu sistemin çarklarını çeviriyor.
Somali’nin genel durumunu bir üçüncü dünyası olarak tahmin edebiliyorum ama kendi ülkemi bildiğim gibi Almanya’yı da biliyorum. Muhtemelen belli bir yaştan sonra Almanya’ya gelmiş olan bu delikanlı kadar, burada yetişmiş olan Türk hemşireyi de bir anlık kendi ülkelerinde görev yaparken düşündüm... İnsanların üretken, başarılı veya dürüst olmasında etken olan şey, eğitim tarzı ve işleyen sistemdir. Bizim buradaki hemşireden, onların oradaki (bizden olan) hemşireyi farklı kılan taraf, insana verilen değerin şekillendirdiği iş ahlâkıdır. Demek ki başarıyı veya başarısızlığı, birinin Alman, diğerinin Türk ya da Arap olmasında aramamak gerekir. Bu bir zihniyet meselesidir. Dünyanın her yerinde geçerli olan trafik kuralları bizim ülkemizde de geçerli olmasına rağmen, bizimle hemen hemen aynı nüfusa sahip Almanya’da 2024 yılında 2780 kişi hayatını kaybederken, aynı yıl Türkiye’de (TUİK verilerine göre) 6351 kişi hayatını kaybetmiştir. Velhasıl kelam; gelişmiş ülke Almanya’yla, bizim gibi hâlâ “gelişmekte olan” ülke arasındaki farkı öncelikli olarak buralarda aramak lazım. Nitekim oturmuş bir sağlık sisteminde refakatçiye ihtiyaç duyulmaz.
Bizim buralarda ve onların oralarda…
Bir arkadaşımın telkiniyle rektörle tanışmaya gitmiştik. Bir ilim yuvasıyla hiç alakası olmaması gereken kişilerin de sıra beklediğini görünce tuhafıma gitmişti. Zamanla bizim buralarda acayibime giden o kadar gereksiz ve gösterişe dayalı tavır ve eylemlerle karşılaşmama rağmen hâlâ bu durumlara alışamadım gitti. Yerel gazetelerde hemen her gün “anlamlı ziyaret” haberlerinden geçilmiyor. İlgili ilgisiz her kesimden insanlar gelen bürokrata “hoş geldin”, giden zevata “güle güle” ziyaretinde bulunur. Bunların içinde en tuhafıma giden ya da anlamakta zorlandığım konu, şehrin üniversitesine gelen ve giden rektörlere duyulan aşırı ilgidir. İlime, bilim insanına çok yakın bir toplum olsak öpüp başıma koyacağım lâkin burada da şahsî ya da grup çıkarları veya tarafgirlik öncelik kazanır. Beklentiler doğrultusunda methiyeler dizilen kişi, umduğunu bulamayanlar tarafından çok geçmeden yerin dibine de sokulabilir.
Onların oralardaki en köklü üniversitelerinden birinde okudum. Yerel basında rektör değişimi sıradan bir haber olarak verilirdi. Üniversite daha çok araştırmaları veya buluşlarıyla basında yer alırdı. Bizde ise siyasetteki popülizm ilim yuvalarına da sirayet ettiğinden, rektörlerimiz de politikacının dayatmasıyla halkın beklentisi arasında sıkışıp kalıyor.
Denenmiş köhne zihniyeti değiştirmeden, Batılı standartları yakalamak için hastane ve üniversite binalarını çoğaltmak yetmez.